MARIO VARGAS LLOSA "Kent ve Köpekler" ÜZERİNE
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy
Nobel ödüllü yazar Mario Vargas Llosa’nın Şikago Üniversitesi’nin davetlisi olarak Randy L. ve Melvin R. Berlin Aile Konferansları Dizisi kapsamında 24 Nisan 2017 tarihindeki ilk konferansında "Kent ve Köpekler" kitabı üzerine yaptığı konuşmayı İsmail Haydar Aksoy Son İnsan için çevirdi.

İyi akşamlar, hanımefendiler ve beyefendiler. Beni bu prestijli kuruma davet ettikleri için Şikago Üniversitesi'ne ve bu konferanslara sponsor oldukları için Berlin Ailesi'ne teşekkür ederim. Bir yazar, kitapları hakkında bir eleştirmenin sahip olduğu nesnellik ve kişisel olmayan bir bakış açısıyla konuşamaz. Bir yazar, kitaplarının metnini bağlamından ayıramaz. Dolayısıyla bu konferanslarda muhtemelen dört romanımın metninden daha çok bağlamları hakkında konuşacağım. İlk romanım "La ciudad y los perros" (“Kent ve Köpekler”), İngilizceye "The Time of the Hero" (“Kahramanın Zamanı”) olarak çevrildi; ki “Kahramanın Zamanı” isminden nefret etmiştim. Kitabı ilk kez yayınlayan Grove Press'in edebiyat editörü tarafından bana dayatılmıştı. "Kent ve Köpekler" adından hoşlanmamıştı; bu başlığın yeterince çekici olmadığını söyledi. Çok dikkat çekici bir başlık istiyordu. Ve böylece, her zaman nefret ettiğim "Kahramanın Zamanı" başlığını kullandı “Kent ve Köpekler” romanım için.
“Kent ve Köpekler” romanımın bir tezi varsa o da kahramanların var olmadığıdır; resmi kahramanların çok yapay yaratımlar olduğu ve gerçek kahramanların çok gizli olduğu ve kamuoyu tarafından tanınmadığıdır. Her neyse, bu romanı yazdım çünkü başıma bir şey geldi. Bu, yazdığım tüm romanlar, kısa öyküler ve oyunlar için söyleyebileceğim bir şey. Hikâyeler yazdım, çünkü gizemli bir nedenle hafızamda kalan ve beni bu imgeler etrafında hayal kurmaya iten küçük küçük takıntılar, tekrarlayan takıntılar haline gelen, dediğim gibi neden hafızamda kaldığını bilmediğim ve hakkında hayal kurmak için çok verimli bir dürtü haline gelen bazı deneyimler yaşadım. "Kent ve Köpekler"in ardındaki deneyim, 1950 ve 1951 yıllarında Lima'da bir askeri okulda geçirdiğim iki yıldı. Leoncio Prado Askeri Okulu çok özel bir kurumdu. Burası askeri bir okuldu; askeri bir akademi değildi; ortaokulun son üç yılının askeriyenin kontrolü altında geçtiği bir okuldu burası. Babam beni bu askeri okula göndermişti; çünkü askeri eğitimin beni edebiyattan uzaklaştıracağını düşünüyordu. Şiirler, kısa öyküler yazdığımı fark etmiş ve çok endişelenmişti. Edebiyat mesleğinin hayatta başarısızlık için bir pasaport olduğunu, yazarların bohem olduğunu, marjinal insanların çok erkeksi olmadığını düşünüyordu. Edebiyat gibi abartılı bir meslek için en iyi tedavinin askeri okul olacağını düşünüyordu. Ve aslında Leoncio Prado Askeri Okulu'nda geçirdiğim bu iki yıl bana ilk romanımın hammaddesini verdi. Ve bu askeri okulda geçirdiğim iki yıl içinde onun düşündüğünün aksine profesyonel bir yazar oldum. Bir tür profesyonel yazar; çünkü romanın karakterlerinden biri olan şair Alberto'ya arkadaşları tarafından seslenildiği gibi, arkadaşlarıma aşk mektupları ve erotik öyküler yazdım, sigara karşılığında. İki yıl askeri okulda olmak benim için büyük bir maceraydı.
Beş yaşında okumayı öğrendiğimden beri macera romanları okuyordum ve çocukluğum, ergenliğim, karakterlerin gerçek hayatta kimsenin yaşamadığı çok sıra dışı deneyimler yaşadığı bu fantastik hikâyelerle doluydu. Ve bir gün Jules Verne'in, Alexandre Dumas'nın gençliğimde büyük bir zevkle okuduğum o romanlarındaki karakterlerin yaşadıklarını yaşamayı çok istiyordum. Leoncio Prado Askeri Okulu benim 13-14 yaşlarımdaki en büyük maceramdı. Leoncio Prado Askeri Okulu Peru'da çok özel bir kurumdu. Muhtemelen 1950'lerde Peru toplumunun o zamanki halini çok nesnel bir şekilde temsil eden tek kurumdu. O zamanlar Peru, her bir sosyal sınıfın diğer sosyal sınıfların sahip olduğu yalanlardan tamamen habersiz olduğu çok yapılı bir toplumdu. Eğer Peru'nun kıyı bölgesindeki Lima'da yaşayan orta sınıfa mensup genç bir delikanlıysanız, Peru'nun ne olduğuna dair çok çarpık bir fikriniz vardı. Peru'nun farklı kökenlerden gelen insanlarla çok çeşitli bir toplum olduğunu bilmiyordunuz ve ülkenin temel sosyal özelliği olan muazzam eşitsizlikleri görmezden geliyordunuz. Ülkenin yaşadığı tüm şiddeti, çelişkileri ve muazzam sosyal sorunları tamamen görmezden geliyordunuz. Muhtemelen Peru'nun Avrupa kökenli beyaz insanların yaşadığı beyaz bir ülke olduğu fikrine sahiptim. Ve bir bakıma çok uygar bir toplum olduğunu söyleyebilirdiniz Peru’nun. Lima'da yaşayan orta sınıf bir gencin ülke hakkındaki fikri buydu. Leoncio Prado Askeri Okulu'na girdiğimde Peru'nun tamamen farklı bir ülke olduğunu, beyazların, yerlilerin, melezlerin, siyahların, Çinlilerin, Japonların ülkesi olduğunu keşfettim Peru’nun. Zengin aileler vardı ve çok geniş bir orta sınıf vardı; bu da üst orta sınıf, orta orta sınıf ve aşağı orta sınıf olarak bölünmüştü. Ayrıca, muhtemelen askeri okulda bulunan ve Peru'nun en büyük toplumunu temsil eden çok çok yoksul insanlar da vardı. Neden Leoncio Prado Askeri Okulu bu karmaşık ve çeşitli toplumun en iyi temsil edildiği tek kurumdu? Çünkü insanlar oğullarını askeri okula farklı nedenlerle gönderiyordu. Üst sınıftan zengin insanlar çocuklarını ıslah evine gönderir gibi gönderiyorlardı oraya; çünkü onları eğitmek, kontrol etmek çok zordu ve askeri okulun onları gerçek disiplin dünyasına sokacağını düşünüyorlardı. Asker olmak isteyen pek çok genç Perulu vardı ve bu yüzden donanmada, havacılıkta, orduda subay olmak için askeri bir hazırlık olarak Leoncio Prado Askeri Okulu’na gittiler. Ve askeri okula giren pek çok yoksul Perulu vardı; çünkü askeri okulun her yıl çok çok yoksul kökenli çocukların askeri okula girmesine izin veren yüz kadar bir kontenjanı vardı. Burada, Peru toplumu tüm önyargılarıyla ve her sosyal grubun kuyruk acılarıyla birlikte yeniden üretiliyordu. Bu durum yatılı okula, orta sınıftan gelen bir çocuğun tamamen görmezden geldiği ve sadece orada keşfettiği bir tür şiddet özelliği katıyordu. Burası askeri bir okuldu; bu yüzden askeriye size fiziksel gücün en yüce değer olduğu bir yaşam sistemini yani maçoluğu dayatıyordu. Maço olmalıydınız; fiziksel olmalıydınız; saldırgan olmalıydınız ki, askeri okulun öğrencilerinden istediği şeyi temsil edebilesiniz. Orada mutlu değildim, ama beni Leoncio Prado Askeri Okulu’na gönderdiği için babama minnettarım. Çünkü orada geçirdiğim bu iki yıl içinde gerçek Peru'yu, doğduğum gerçek ülkeyi keşfettim. Ve bu ülkenin, askeri okuldan önce yaşadığım Miraflores'teyken düşündüğüm ülkeden çok ama çok farklı olduğunu keşfettim. Orada askeri öğrenci olarak bulunduğum zamandan beri bir gün bu deneyim hakkında bir kitap yazacağımı düşünmüştüm; çünkü bu deneyim çok farklıydı. Miraflores'te yaşayan ve benimki gibi bir aileye mensup olan genç bir çocuğun sahip olabileceği türden bir hayattan çok farklı bir deneyimdi bu.
Size çok önemli bir şey söylemek için durmalıyım. Bu romanı yazarken gerçekçi bir yazar olduğumu, edebi mesleğimin beni gerçekliği taklit eden, hayatın nesnel bir tasvirini sunuyormuş gibi yapan öyküler ya da romanlar yazmaya ittiğini keşfettim. Edebi mesleğimle ilgili sorunlarım vardı. Babamın fikirleri değil, ama benim ahlaki sorunlarım var. Çok gençken sosyal sorunları, politik sorunları keşfettim ve kendi kendime dedim ki, çok az insanın gerçekten okuduğu bir ülkede yaşıyorsan, Peruluların büyük çoğunluğu edebiyattan tamamen uzak bir durumdayken nasıl yazar olabilirsin? Çünkü fakir insanlar fakirler ve cahiller; ancak zengin insanlar da cahiller ve onlar edebiyatla kültüre hiç önem vermemekteler.
Üniversiteye girdiğimde ve Fransız varoluşçu filozofların fikirleri bana aşılandığında tüm bu şüphelerim dağıldı. Fransa'nın geçmişte Latin Amerika'da büyük bir kültürel etkisi olduğunu biliyorsunuz. Şu andaki zamanımızda değil ama ben gençken Fransız fikirleri, Fransız yazarları, Fransız düşünürleri kültürel hayatımıza nüfuz etmişti. Sartre gibi, Camus gibi, hatta Hıristiyan varoluşçu Paul gibi yazarların hevesli bir okuyucusuydum. Ve özellikle Sartre'ı okumak benim için son derece önemliydi. Çünkü özellikle “Edebiyat Nedir?” adlı kitabında söyledikleri, yazar olmak isteyen bir üçüncü dünya genci için çok cesaret vericiydi. Söylediği şey, edebiyatın tarihsel değişimlere katılmanın bir yolu olduğuydu. Edebiyat karşılıksız değildir. Kelimeler eylemdir. Şiirler, romanlar, kısa öyküler, oyunlar yazarak, toplumunuzdaki sosyal, ekonomik ve kültürel değişimlerin kaynağı olacak fikirlerin yayılmasına çok etkili bir şekilde katılabilirsiniz. Sartre'ın o zamanki fikirleri benim için son derece cesaret vericiydi; çünkü sizi edebi bir meslekle toplumunuzun sosyal, ekonomik ve siyasi sorunlarına karşı ilgili bir şekilde hareket etmediğinize ikna ediyordu. “Hayır”, diyordu Sartre, “edebiyat değişimlere çok, ama çok etkili bir şekilde katılmanın bir yoludur. Çünkü değişimlerin kökeninde her zaman fikirler vardır ve bir topluma yeni fikirler bulaştırmak için edebiyattan daha iyi bir yol yoktur”. Sartre'ın bu fikirlerine derinden ikna olmuştum ve sanıyorum ki ilk romanım olan "Kent ve Köpekler" de Sartre'ın bu fikirleriyle derinden besleniyor. Bu roman, Leoncio Prado Askeri Okulu'ndaki askeri öğrenciler aracılığıyla bir ülkeyi anlatmak isteyen bir romandır. Kültürel, sosyal, ekonomik ve siyasal çeşitlilikten oluşan bir yapı tarafından yaygınlaştırılmaktadır bu ülkede şiddet.
Romanı yazarken bu askeri okulu Peru toplumunun çeşitliliğinin küçük bir formatta yeniden üretimi olarak sunmayı çok istedim. Şair Alberto ya da okulun ilk bölüğünün tuğgenerali Arrospide gibi çok üst sınıftan gelen öğrenciler var. Köle Arana gibi orta ve alt orta sınıfa mensup öğrenciler var, Jaguar gibi yine orta sınıftan gelen öğrenciler var. Bir de tarlalardan gelen bir sürü genç öğrenci var. Ya da yerliler, siyahlar veya o zamanlar Peru'daki alt ve yoksul sosyal sınıflar olan Çinliler ve Japonlar. Bu durum o zamandan bu yana çok değişti, ancak o zamanlar toplumun bu yapısı çok net bir şekilde belirgindi ve bu toplum yapısı okulda yeniden üretiliyordu. Bu romanı yazarken benim için çok faydalı olan Sartre'ın fikirlerinden bahsettim ve ayrıca edebi mesleğim ve tüm romanlarımı yazma biçimim için son derece önemli olan başka bir yazardan da bahsetmek istiyorum. Bu yazar Flaubert'tir. Flaubert'i 1958 yılında, askeri okul deneyimimden yıllar sonra keşfettim. Paris'teydim ve geldikten sadece birkaç gün sonra Flaubert'in “Madam Bovary”sini satın aldım ve bu kitap hayatımı gerçekten değiştirdi. Bu olağanüstü romanda ilk keşfettiğim şey, gerçekçi bir yazar olabileceğiniz, gerçek dünyayı, deneyimlerimizle bildiğimiz dünyayı temsil eden bir hikâye anlatabileceğinizdi. Ve aynı zamanda edebiyatın estetik yönüyle derinden büyülenebileceğiniz idi: Bir kitap yazmanın güzelliği, uyumu, zarafeti gerçekçi bir meslekle mükemmel bir şekilde eşleşebilirdi. Flaubert'in “Madam Bovary”de yaptığı da buydu. Çok gerçekçi bir hikâye yazmıştır. Olağanüstü hiçbir şey yok bu hikâyede; gerçek hayatta tanıyamayacağınız hiçbir şey yok. Ve aynı zamanda “Madam Bovary”deki her şey, özellikle de dil çok güzeldir. Bir romanda mükemmel betimlemenin "le mot juste" (yani “doğru kelime”yi) kullanmak olduğu fikrine sahipti Flaubert. Tam kelimeler ve mükemmel cümlelerin müzikal bir koordinasyona ve uyuma sahip bir şey olduğu ve cümlelerinizde bunu başarıp başarmadığınızı kanıtlamanın tek yolunun yazdıklarınızı haykırmak olduğu fikrine sahip olduğunu biliyorsunuz Flaubert’in. “Madam Bovary”yi okuduğumda hem gerçekçi bir yazar olunabileceğini ve aynı zamanda edebiyatın estetik etkisiyle, edebiyatta dilin önemiyle son derece meşgul olunabileceğini keşfettim. Nasıl bir yazar olmak istediğimi keşfettim. "Kent ve Köpekler" gerçekçi bir romandır; ama dilin çok, ama çok önemsendiği bir romandır. Dili, diyelim ki Flaubert'in derslerini uygulamaya çalışarak çok titiz bir şekilde yazdım. "Le mot juste"yi (yani “doğru kelime”yi) arıyordum; süslü laflar kullanmadan, tam kelime olamayacakları dışarıda bırakarak yazıyordum. Sanırım bu ilk romanımı yazarken, yazdığım tüm romanlarda tekrarladığım bir teknik, bir yazma biçimi de öğrendim. Hikâyenin üç değişik versiyonunu yazdım. İlki çok kaotiktir; hikâyeyi geliştirmeye çalıştığım bir tür magmadır ki bu aşamada gerçekler, bölümleri tekrarlayan karakterler ve yapı, zamanın organizasyonu veya dil için çok fazla meşgul olmadan yazıyorum. Bu, yazdığım hikâyelerin ilk versiyonlarında her zaman yaşadığım türden bir depresyonla başarılı bir şekilde mücadele etmenin bir yoludur.
İlk versiyon, moral bozukluğuna karşı bir mücadeledir, çünkü öykünün asla ayağa kalkmayacağına dair bir inanca da kapılırım. Öykünün hayattan yoksun, tahtadan bir dil olarak kalacağı kaygısına kapılırım. Hikâyeyi en azından çok ilkel bir şekilde yazmaya çalışırım ve bu benim için yazması en zor olan ilk versiyondur; ve dediğim gibi moral bozukluğuna karşı bir mücadeleyi de içerir bu aşama. Sonra her zaman gerçekten keyif almaya başladığım ikinci bir versiyonu yazmaya başlarım. Benim için ikinci versiyon hikâyenin yapısını, zamanın nasıl organize edildiğini bulmaktır. Şimdi Faulkner hakkında konuşmak istemiyorum, çünkü bunu bir sonraki derste yapacağım. Ama Faulkner'i, Faulkner romanlarını üniversitedeyken keşfetmem muhtemelen Flaubert kadar önemliydi. Faulkner, bir kâğıt ve bir kalemle, hikâyelerine beklenti, gizem, merak, okuyucunun dikkatini çekmenin bir yolunu aşılamak için organize edebildiği yapıları deşifre etmeye çalışarak okuduğum ilk yazardı.
Romanın bu ikinci versiyonunda beni asıl meşgul eden şey, özellikle romandaki yapı, zaman organizasyonu. O zamanlar Latin Amerika'daki gerçekçi edebiyat türü beni derin bir hayal kırıklığına uğratmıştı. Çünkü bu yazarlar, eğer çok dramatik ve güçlü hikâyeleri varsa, kitabın, hikâyenin biçimsel yönleri hakkında endişelenmelerine gerek olmadığına inanıyor gibiydiler. Ne dille ne de romanda hiçbir zaman gerçek zamanın yeniden üretimi olmayan zamanın düzenlenmesiyle meşgul olmak zorunda değillerdi. Bir yazar olduğunuzda, bir roman yazdığınızda son derece önemli olan iki şeyi icat etmek zorundasınız. Hikâyeyi kim anlatacak, yani anlatıcı kim olacak? Tek bir anlatıcınız olabilir; pek çok anlatıcınız olabilir. Farklı anlatıcılar olabilir ama görünmez olsa bile her zaman icat edilmiş bir karakter olan bir anlatıcı kullandığınızın bilincinde olmalısınız. Ve bir başka çok önemli temel şey de zamanın organizasyonunu icat etmeniz gerektiğidir. Bir romandaki zaman asla gerçek zaman değildir, içine daldığımız kronolojik zaman çok yapay bir şeydir. Bu gerçekten etkili ve işlevsel olduğunda ve sizi hikâyeye inandırdığında bunun yapay olduğunu bilmeyiz. Ama zaman her zaman bir icattır, edebi bir icat. Ve genellikle, bu üçüncü versiyonda benim için önemli olan, hikâyeyi daha ikna edici kılan ve okuyucunun dikkatini çekip koruyabilen bir kronolojik sistemin detaylandırılmasıdır.
"Kent ve Köpekler" hangi hikâyeyi anlatıyor? Temel argüman çok basittir. Okulun son sınıfı olan beşinci sınıftan bir grup öğrenci bir kimya sınavını çalar ve bu sınavı çalanlardan biri yakalanır. Başka bir öğrenci tarafından ihbar edilir ve çok aşağılayıcı bir törenle okuldan atılır. Ve birkaç hafta sonra hırsızı ihbar eden öğrenci hafta sonundaki bir askeri tatbikatta öldürülür. Bu tamamen bir tesadüf müydü? Yoksa bu bir intikam mıydı? Çünkü bu hırsız grubu, hırsızı ihbar eden askeri okul öğrencisinin kim olduğunu keşfediyor; işte bu gizem hikâyeyi az çok hareket ettiriyor diyelim. Ama bence romanda asıl önemli olan bu olay örgüsü değil. Bu bir tür üç katmanlı ama askeri okul öğrencilerinin sadece onların aileleri tarafından değil, aynı zamanda ordu tarafından, kurumdaki yaşamı düzenleyen ve kontrol eden subaylar tarafından da görmezden gelinen bir tür gizli yaşam icat ettikleri hayatın tasviri. Bu benim için askeri okulda öğrenci olmanın en ilginç yönüydü. Askeri okul öğrencileri olarak, subayların bize dayattıkları askeri hayatı çarpıtarak yeniden ürettiğimiz gizli bir hayatımız vardı. Ve tüm bu değerler, askeri değerler diyelim, özellikle maçoluk, disiplin, düzen, öğrencilerin okula getirdikleri her şeyi, toplumsal önyargıları, ırksal önyargıları ifade etmek için kullandıkları bir tür araçtı. Tüm bu şiddet Peru toplumunun farklı ailelerde ürettiği şiddetti ve tüm bunlar askeri öğrencilerin askeri okuldaki gizli hayatlarının bir parçasıydı. Öğrencilere içinde yaşadıkları muazzam şiddeti veren de buydu. Şiddetten bahsederken okuldaki deneyimlerimi anlatıyorum, okuldan yıllar sonra okuldaki arkadaşlarımla konuşmalar yaptım. Ve onların çok farklı bir fikri vardı. “Ne şiddeti?” dediler. Bu kesinlikle normaldi; normal bir hayat idi. Ama benim için öyle değildi. Pek çok Perulu aile için normal bir hayattı; ama benim de içinde bulunduğum ayrıcalıklı azınlık için normal değildi. Benim için orada olanlar korkunçtu ama pek çok öğrenci için normal bir hayattı. Evlerinde ve ailelerinde yaşadıkları bir tür hayattı.
Romanım yayınlandığında yapılan eleştirilerden biri, onların olumlu karakterler olmadığı, tüm karakterlerin olumsuz olduğu yönündeydi. Ve ben bu eleştiriyi şiddetle reddettim. Bence roman iyiydi; pek çok eleştiri aldı ama bu eleştiriyi değil. Çünkü bence romanda gerçek bir kahraman var, o da Teğmen Gamboa. Teğmen Gamboa askeri bir mesleğe sahip olduğu için orada bulunan bir subay. Ordunun bu tür bir disiplin oluşturmak amacıyla, bilirsiniz, cesur ve çok vatansever bir tür kurum üretmek için yarattığı tüm eğilimlere, reklama inanan bir subaydı Teğmen Gamboa. Ve romanda bu fikirlerin gerçek dünyaya yansıması için çok çaba sarf ediyor. Ancak bu tamamen imkânsızdır çünkü ordunun da bir tür retoriği, bir tür hayatı vardır. Ve Gamboa'nın sadece kendisinin hayatta yeniden üretmeye çalıştığı bu retorik, hayatı pek çok durumda reddeder. Sonunda adil olmaya çalıştığı için, iyi olmaya çalıştığı için ve kurallara uygun davrandığı için cezalandırılır ve ordu dünyasından dışlanarak çok izole ve çok ilkel bir garnizona gönderilir. Romanın çok ilginç bir hikâyesi vardı. Dediğim gibi romanı Peru'dan uzakta, İspanya ve Fransa'da yazdım ve bu diğer tüm romanlarımda da hep böyle oldu. Romanımın yerleştiği yerden uzakta olmaya ihtiyacım var. Eğer romanımın geçtiği yerde olursam, bir şeyler icat etmekte, bir şeyleri değiştirmekte kendimi daha özgür hissediyorum, bu her zaman böyle olmuştur, her ne kadar çok araştırma yapsam da çünkü ben gerçekçi bir yazarım ve gerçek şehirleri, gerçek karakterleri gerçek dünyaya az ya da çok benzer bir şekilde anlatmak istiyorum. Hikâyeyi hayal etmek için uzakta olmam gerekiyor. Uzakta olmam gerekiyor çünkü bu bana bir şeyleri çarpıtma, okuyucuyu daha ikna edici hale getirmek için bir şeyleri değiştirme özgürlüğü veriyor. Bütün romanlarım hikâyenin geçtiği yerden uzakta yazıldı. Her zaman edebi bir meslek seçersem bir tür marjinal hayata mahkum olacağımı düşünmüştüm; çünkü gençliğimde tanıştığım tüm Perulu yazarların durumu buydu. Yazmak 1950'lerin Peru'sunda bir tür marjinal faaliyetti. Şimdi durum böyle değil, neyse ki her şey daha iyiye doğru çok değişti ama o zamanlar yazar olmak gerçekten de ülkedeki ana hayatın, ana hayat akımının bir yürüyüşü olmak demekti.
Hayatımı gazetecilik, öğretmenlik yaparak geçireceğimi düşünüyordum ama edebiyat önemli olacaktı; fakat edebiyat Perulu bir yazar için geçim sağlama yolu değil. Hayatımı hiçbir zaman sadece yazmaya adayamadım. Ama roman yayınlandığında bir şey oldu. İspanya'da bir edebiyat ödülü kazandı ve böylece kitabın belli bir tanıtımı oldu. Ama bir gün Peru'daki ordunun kitabı okuduğunu ve romana çok kızdıklarını öğrendiğimde çok şaşırdım. Romanın ülkeye ihanet olduğunu düşündüler ve Leoncio Prado askeri okulunda romanın pek çok örneğini yaktılar ve bu tabii ki kitap için büyük bir tanıtım oldu. O kadar çok reklam yapıldı ki, şu ana kadar romanın başarısının romandan mı yoksa kitabı yakan ama bunu yasaklamayan ordudan mı kaynaklandığını merak ediyorum. Muhtemelen kitabı yasaklayabileceklerini bilmiyorlardı. Ve böylece, roman Peru'da çok satan bir kitap haline geldi ve büyük bir sürprizle kitabın başka dillere çevrildiğini ve gazeteciler tarafından haber yapıldığını öğrendim; ve Leoncio Prado macerasının hayatımda yarattığı bu tür olağanüstü bir macera karşısında gözlerime inanamadım.
Size romanla ilgili çok ilginç bir anekdot da anlatmak istiyorum. Bir yazarın yazdıkları hakkında son sözü söyleyeceğine inanırsınız. Bu doğru değildir. Bu kesinlikle doğru değildir. Bir yazarın, kitaplarının değerini tam olarak bilmek için yazdıklarıyla gerekli mesafeye sahip olduğunu düşünmüyorum. Ve bunun sadece benim durumumla ilgili olduğunu da düşünmüyorum. Bence bu, ne yaptıklarını gerçekten bilmeyen pek çok yazarın durumu. Eğer boşuna yazmışlarsa, bilirsiniz, usta bir eser yazmayı başardıklarına inanabilirler ya da romanın bir yenilgi, ahlaki bir yenilgi, edebi bir yenilgi olduğunu hissedebilirler; çünkü o yazar ilgili kitabıyla ulaşmak istediği şeye ulaşamadı. Ama hiçbir zaman kitaplarının kalitesini ya da kalitesizliğini adil bir şekilde değerlendirmek için gerekli perspektife, gerekli nesnelliğe sahip olmadı o yazarlar. Daha önce dediğim gibi, “Kent ve Köpekler” adlı romanımın cevaplamadığı bir soru var çünkü okuyucunun keşfetmesini ve kendi kendine karar vermesini istiyor. Jaguar kölenin katili mi? Çünkü kölenin Serrano Cava'yı ihbar ettiğini biliyordu Jaguar. Köleyi manevralar sırasında öldüren Jaguar mıydı?Ya da ordunun inanmak istediği gibi bu bir kazaydı, çok üzücü bir kazaydı ve bu yüzden öldürülen aynı öğrenci bundan sorumluydu. Söylediğim gibi, ordunun Peru'da ürettiği en büyük skandaldan sonra roman sürpriz bir şekilde farklı dillere çevrildi. Ve tabii ki romanımın Fransızcaya çevrilmesinden çok mutlu oldum. O zamanlar henüz Fransızlaşmış bir yazardım. Kendimi Fransız bir yazar olmaya teslim etmiştim. Paris'te bir Latin Amerikalı olduğumu keşfettim. Ne yazık ki, anlıyor musunuz? Ama Latin Amerikalı olduğumu keşfettiğim için çok gurur duydum; çünkü o dönemde birçok Latin Amerikalı yazar Paris'e gitmişti; onlarla tanıştım, Latin Amerika'da çok zengin ve çok yaratıcı bir edebiyat olduğunu keşfettim. Çok gerçekçi olmasa da, daha çok büyülü gerçekçilik, fantastik bir edebiyattı ama çok büyük yazarları vardı. Garcia Marquez, Borges, Cortazar, Rulfo gibi. Ama yine de Fransız edebiyatına olan sevgim çok büyüktü ve kitabım Fransızcaya çevrileceği için çok mutluydum. Gallimard'ın Latin Amerika Edebiyatı Koleksiyonu'nun yöneticisini ziyarete gittim, kendisi çok tanınmış bir Fransız eleştirmendi, Roger Caillois. O sırada UNESCO'da çalışıyordu, bu yüzden bir söyleşi talebinde bulundum ve beni UNESCO'daki ofisinde çok nazik bir şekilde karşıladı. Ben de kendisine çok minnettar olduğumu söyledim çünkü kitabımın çevrilmesi ve Gallimard gibi prestijli bir yayınevinden çıkması benim için büyük bir onurdu. O da çok nazikti ve bana "Kitabınızı okudum. "Çok ilginç bir kitap." Ve bana dedi ki, “‘Kent ve Köpekler’ kitabında çok hoşuma giden şey ne biliyor musun, Jaguar'ın sonunda suçu işlemeden, sadece arkadaşları arasında kaybettiği popülaritesini geri kazanmak için kendisini suçlu olmakla itham etmesi.” Ben de ona dedim ki, “Ama öyle. Jaguar, kölenin katilidir.” O da bana "Ne?" dedi, "Yazdığın romanı anlamamışsın" dedi. Ve bu oldukça normal. Bana dedi ki, "Bu oldukça normal, biliyor musun? Yazarlar ne yaptıklarını bilmezler. Tabii ki, az önceki açıklama tamamen aptalca. Eğer Jaguar intikam için öldürürse bu çok aptalca bir şey olur. Hayır, çok ince olan şey, sadece kaybettiği liderliği geri kazanmak için bir suçlu olduğunu uydurarak yaptığı çok gizli bir tür fedakârlıktır. Anlıyor musunuz?" Ben de "Elbette anlıyorum" dedim. Ve o zamandan beri kendi kendime sorduğumda “Ama kim öldürdü?” diye, şöyle söylüyorum: “Belki de o öldürmemiştir, anlıyor musun? Belki de bunları o icat etmiştir.” Yazarlar yazdıkları hakkında son sözü söyleyemezler. Bu konferans nedeniyle İngilizce çevirinin bir kısmını tekrar okudum. İyi bir çeviri olduğunu düşünüyorum ama maalesef çeviride kaybolan bir şeyler var. Peru'da olduğu gibi birçok ülkede sosyal sınıflar arasındaki farklılıklar, farklı sınıfların konuşma biçiminde temsil edilen bir şey. Leoncio Prado askeri okuluna girdiğimde beni en çok etkileyen şeylerden birinin bu olduğunu çok iyi hatırlıyorum. İspanyolca konuşma tarzım, diyelim ki orta sınıf bir Perulu Cholo'nun İspanyolca konuşma tarzından çok farklıydı. Benim asla kullanmayacağım sözcükler kullanıyordu ve bu sadece farklı kelime dağarcığı değildi; fakat aynı zamanda dildeki müzikaliteydi. Farklı sosyal sınıflarda bu müzikalite değişiklikler gösterir. Ve sadece farklı bölgelerdeki karakterleri düşünmüyordum tabii ki. Lima'nın kendi içinde, İspanyolca'nın konuşulma biçimi, orta sınıftan genç bir çocukla şehrin kenar mahallelerindeki genç bir çocuk arasında çok ama çok farklılık vardı. Kitabı İspanyolca aslından okuyan sizler çok şey kaybettiniz ve eminim onlar da beni dinlerken çok şey kaybetti. Romanda öğrencilerin ve hatta memurların İspanyolca'yı konuştukları bu farklı yolları çok dikkatli bir şekilde yeniden üretmeye çalıştım. Bunun muhtemelen sadece İngilizce çeviride değil, romanın diğer çevirilerinde de kaybolduğunu düşünüyorum. Bitirmeden önce zaman fikri hakkında bir şey eklemek istiyorum.
Bu romanı yazarken zamanın önemini keşfettim. Kurgusal zaman, bütün romanlarda var olan yapay zaman. Zaman gerçek hayatta herkes için tamamen aynı olan bir şeydir ama bir romanda bu tür bir zamanı yeniden üretemezsiniz. Beklenti ve merak yaratmak, okuyucunun dikkatini çekmek için zamanı manipüle etmek zorundasınız. Böylece, tıpkı bir hikâye anlatmak için bir anlatıcı icat ettiğiniz gibi zamanı da icat etmeniz gerektiğini keşfettim. Ve bu keşif özellikle romanın son bölümünde gerçekleşti. Romanın son bölümünde, okulda bir tür şeytan olduktan sonra bir banka çalışanı olarak işini bitiren Jaguar, romanın hikâyesinden, romanın ana hikâyesinden yıllar sonra bir gün sokaklarda, bir hırsız, bir suçlu olan gençlik arkadaşı Higueras'a rastlar. Onlar gençken çok iyi arkadaşlardı. Ve bir şekilde Jaguar'ın romanın sonunda, çok gençken âşık olduğu kızla yaptığı başka bir karşılaşmayla bir karşıtlık yaratmak istedim. Ve bu iki karşılaşmayı birleştirmenin farklı yollarını denerken, birdenbire bu iki karşılaşmanın tek bir anlatımını yaparsam, farklı yerlerdeki ve farklı zamanlardaki bu karşılaşmaları karışıklık yaratmayacak şekilde düzenleyebileceğimi keşfettim; çünkü karşılaşmaların her birindeki sessizlikler diğer karşılaşmalardaki diyaloglar tarafından doldurulacaktı. Öyle ki, bu tür bir kurgunun gerçekçi değil, çok ama çok yapay olmasına rağmen, okuyucunun başından beri ilgisini çekebiliyordu. Bir bölümü çok farklı bir şekilde anlatabilir ve bu bölüme gizem yükleyebilirdim. Bundan bahsetmek istiyorum; çünkü bu, sonraki derslerde göreceğiniz gibi yazdığım diğer romanlarda bana çok ama çok yardımcı olan bir keşif. İlginiz için çok teşekkür ederim.
Kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=jNEg19C9lMY
E-Bülten
Bültenimize abone olun ve en yeni güncellemelerimizi doğrudan gelen kutunuza alın.

Yorum Bırakın