İsmail Haydar Aksoy
SANATÇININ BİR RESSAM OLARAK PORTRESİ: ADİL SALİH
Neredeyse kırk yıl önceydi Adil Salih’le ilk tanıştığım zaman. Trabzon Lisesi’nde öğrenciydik ikimiz de. Hafızam beni yanıltmıyorsa yıl 1983 idi. Adil Salih, Almanya’dan gelmişti. Yaşı bizden biraz büyüktü. Soyut resimler yapmayı seven bir öğrenciydim ben de. Kuşkusuz profesyonel bir ressam olmayı hiçbir zaman düşünmedim, her ne kadar Trabzon Lisesi’nin efsane resim öğretmenlerinden Sezai Çakmakçı Hocam “Keşke resim yapmaya devam etseydin.” demiş olsa da bana geçen yıl (Sketchbook adlı bir uygulama ile yaptığım bir resme yorum yazarak). Ben resim yapmaya devam etmedim. Fakat iyi ki Adil Salih devam etmiş. Adil Salih’in daha lisedeyken profesyonel bir ressam olduğunu Sezai Hoca’mız biliyordu.
İstanbul’a her geldiğim zaman Adil Salih dostumla görüşme imkânım olmadı. Bazen araya yıllar girdiği de oluyor bir görüşmemizden başka bir görüşmemize. Fakat her bir görüşmemizde 1980’li yıllarda Trabzon’da başlayan dostluğumuzdan hiçbir samimiyet kırıntısının eksilmediğini ikimiz de gözlemliyoruz. Adil Salih samimi bir arkadaşımız, içi dışı bir denilen insanlardan. Ve tabii ki gerçek bir Karadenizli gibi, (Nâzım Hikmet’in tanımıyla) “konuşmayı şehvetle seven” bir insan Adil Salih. Hayatında ne varsa, gerek sözle, gerekse resimle anlatmaya çalışan bir ressam.
Adil Salih’le röportaj yapmak hem çok kolaydı benim açımdan, hem de çok zordu. Kolaylığı ve zorluğu aynı nedenden kaynaklanıyor: Adil Salih, gerçekten de “konuşmayı şehvetle seven” bir Karadenizli. Bazen sorduğum sorudan çok farklı bir cevap aldım, bazen sormadığım hâlde kendisi cevapladı. Bazen ben tam soru soracakken “rol çalacağım” diyerek, soru sormama fırsat bile bırakmadı. Fakat çok samimi bir röportaj oldu kanımca ve bu röportajın samimiyeti yok olmasın diye elimden geldiği kadarıyla kelimesi kelimesine yazıya dökmeye çalıştım. Adil Salih dostumun evinde kaldım bol şaraplı 3 gün boyunca. Bu röportaj boyunca kaç şişe şarap içtiğimiz ise meçhul bir sayı olarak duruyor. Sürçülisan etmişsek, şarap tanrısı Dionysus bizi bağışlasın. Keyifli okumalar…
Adil Salih, İsmail Haydar Aksoy, Engin Dursun
İ.H.A.: Kendi sözcüklerinle kendi hayat hikâyeni nasıl anlatırsın?
A.S.: Aile içindeki, tipik Karadeniz (Trabzon) ailesi içindeki çıkmazlar söz konusu olduğunda genellikle insan en yakınındakilerle kavga eder. Halama istemediği bir evlilik yaptırmışlar. Halam da buna karşı çıkmış. Yaylalarda at binen bir kadınmış halam. Benim adımı halam koymaya karar vermiş. Aslında aileye ceza vermek için; aileye adil olun demek için, benim adımı Adil koymuş. Ben de adil olmaya dikkat ediyorum. Hayatımda adil olduğumu düşünürüm. Bunu böyle kurmacayla, kurarak yapmıyorum. Öyle oluyor işte. En son Facebook’ta bir şöyle bir cümle kurmuştum serhoş bir kafayla ve romantik bir duyguyla. Kardeşim oraya şöyle bir şey yazmıştı, hâlâ duruyordur belki de. “Kapı, pencere açık tutma. Kapıyı kapatırsan, zarar görmezsin”. Hayır, ben kapıyı ve pencereyi hep açık tuttum ve tutmaya devam edeceğim “yârin yanağından gayrı”…
İ.H.A.: Resim ne zaman başladı hayatında? İlk resmini ne zaman yaptın?
A.S.: Resim hayatımda hep vardı; ama fark ettiğim ânı hatırlıyorum. Fark ettiğim ânda, çocuktum. Çocukken çok sık hastalanıyordum. Bağırsaklarımda problem vardı ve çok sık hastaneye giderdim. Trabzon SGK Hastanesi’nin girişinde Temel Zihni adında bir çalışan vardı. Rahmetli Temel Zihni, Faroz resimleriyle bilinir. Temel Zihni’nin resimleri bende bir etki yapmadı, ama hastanenin bekleme salonunda Temel Zihni’nin yerleştirdiği bazı resimler vardı. Bir resme yakından bakma, bir resme dokunma duygusunu, tuvali, bezi, yağlı boyayı algılama duygusunu ilk kez bana yaşatan Turan Erol’un teknelerin olduğu bir resimdi. O resmi hatırlıyorum. O resimden sonra, resim meselesini ciddiye almaya başladım. Sezai Hoca’yla karşılaştıktan sonra daha bir ciddiye aldım. Pratikte resim yoluna koyulmam gerektiğini ve hayatımı buna göre biçimlendirmem gerektiğini Sezai Hoca fark ettirdi bana. Sezai Hoca bana öyle bir duygu verdi ki, her daim dualarım kendisiyledir. Tanrılar varsa, bütün Tanrılar razı olsun Sezai Hoca’dan, bütün mitolojiler de razı olsun. Çünkü ailem benim burnum sürtülsün diye beni Trabzon Lisesi’ne yatılı olarak verdiler. Yatılı öğrencilikten aldılar, beni askere gönderdiler. Amcam kimliğimi ve vekâletimi alarak beni gıyabımda evlendirdi. Başıma bir dünya iş geldi; fakat Sezai Hoca her daim moral verdi, mektuplar yazdı bana. Ve en önemlisi de ben askerdeyken bana her ay maaşından para gönderdi Sezai Hoca.
İ.H.A.: Bilmeyenler için eklemede bulunayım: Sezai Çakmakçı, (şimdi emekli) Trabzon Lisesi’nin efsane resim öğretmenlerinden biridir. Çok değer verdiğimiz bir öğretmendir. Sezai Hoca’mızın kulaklarını buradan çınlatmış olalım. Sezai Hoca’nın kuşkusuz ki (aralarında benim de olduğum) bütün öğrencileri üzerinde emeği vardır; fakat ressam Adil Salih üzerinde çok emeği var.
A.S.: Sezai Hoca, öğrencileri arasında en çok seni, beni, bir de Engin Dursun’u severdi.
İ.H.A.: Bir ara Almanya’da da yaşamıştın. Almanya zamanlarını anlatır mısın?
A.S.: Çok güzel bir anım var Almanya’da. Bu vesileyle babamın da gaddarlığını anlatmak isterim. Gaddar olsa da, gene de babamdır, severim kendisini. Ben Ömer Ağa’nın oğluyum sonuçta. Emine Hanım’dan doğma… Almanya’ya gittiğimde şöyle bir şok yaşamıştım. Asansöre daha önce binmiştim; televizyonda daha önce görmüştüm. Bakırköy taraflarında, gümrükte çalışan bir akrabamız otururdu. Almanya’ya giderken o akrabamızın evine misafir olmuştuk. İlk televizyonu ben o akrabamızın evinde görmüştüm. Almanya’da ilk dikkatimi çeken çok fazla yağmur yağmasıydı. Hemen herkesin bisiklete binmesi ve sarı yağmurluklar giyinerek yağmur altında da bisiklet sürmeleriydi. Sanki uzaya düşmüşüm gibi gelmişti bana. Bayern firmasının siteleri vardı Köln’de. O binalarda asansör vardı. Ama asansör çıkıyor, çıkıyor; fakat son kata hemen hemen hiç varmıyordu sanki. Öleceğimi sanıyordum, nefesimi tutuyordum. Asansörden çıktığımda çift cam pencere gördüm. İki yöne de açılan pencereydi bu. Okula başladım orada. O bizim ilkokulda takmak zorunda kaldığımız, boğazımızı kesen yakalıklar ve önlükler yoktu Almanya’da. İstediğimiz gibi giyiniyorduk. Müthiş bir şeydi bu. Almanya’da hoşuma giden bir şey daha söyleyeyim: Yetenekli olduğum duygunu yaşattılar bana hep. Bana “Çilli” derlerdi. Güzel ablalar vardı okulda. Bir bahaneyle benim yanaklarımı sıkarlardı ve ben de hep utanırdım. Bir gün öğretmen bir yerde bir resim yarışması olduğunu söyledi ve o resim yarışmasına uygun bir resim yapmamızı istedi. Neyse... O zamanlar gece saat 2 ile 4 arasında Muhammet Ali Clay’in canlı yayınlanan bir boks maçı vardı o sıralarda. Ben de kardeşim Süleyman’la birlikte koltuğun arkasına saklanarak televizyon izlerdik. Sanki koltuk arkasına saklandığımız zaman bizimkiler bizim televizyon seyrettiğimizi anlamayacaktı. Halbuki televizyonun ışığı bizimkileri belki de uyandırabilirdi. O boks maçı beni çok etkilemişti. Bir Japonla unvan maçı yapmıştı; karateci bir Japonla. Adamın peşinde dolaşıyor; fakat adam yerinde duramıyor. Bir boks ringinde, yukarıdan inme bir papağan bir askıda duruyor; ben de işte onu resmetmiştim. Papağanla Muhammet Ali Clay’i yani. Bu resmi beğendiler ve ödül olarak da beni Köln’deki akademiye çağırdılar. İki veya üç ay gidecektim. Fakat sonra ben oraya hep gitmeye başladım. Resmi ciddiye almam öyle başladı.
İ.H.A.: Almanya çok uzun sürmedi herhalde hayatında.
A.S.: İki dönem.
İ.H.A.: Almanya’dan sonra Trabzon’a geldin herhalde.
A.S.: Evet, geldikten sonra ilk tanıştığım insanlardan biri de sendin. Liseye başladığım zaman yani.
İ.H.A.: 1983 yılı galiba.
A.S.: Evet, 1985-1986 yıllarında da askere gittim.
İ.H.A.: Trabzon’un sanatına etkisi nedir? Almanya’dan Trabzon’a dönmeseydin eğer, sanatın farklı bir rota mı çizerdi sence?
A.S.: Türk resmi Trabzon’a çok şey borçludur. Bunun en başlıca nedeni, Bedri Rahmi Eyüboğlu’dur. Eğer Bedri Rahmi, Akademi’de olmasaydı, bu kadar geniş ve kendi anlayışının dışındaki anlayışlara kapı açmasaydı, bu kadar renkli bir Türk resmi olmazdı. Almanya’da yaşarken ben “Gülibik” kitabını ödünç almıştım kütüphaneden. O zamanlar ödünç alınan kitabı haftada bir geri vermek gerekiyordu. Ben o kitabı sürekli ödünç alınca, kütüphaneci kadın bana “al bu kitabı ve geri getirme” diye espri yapmıştı. Orhan Peker’in resimlediği “Gülibik” kitabındaki resimlere bakıyordum tekrar tekrar. John Berger’in (ve Bedri Rahmi’nin de “limon çürüğü sarısı”nı anlatırken) söylediği gibi: Van Gogh’un tablosunun orijinalini görmezsen, o sandalyenin örgüsündeki o kokuyu alamazsın. Tablonun orijinalini görmek zorundasın. Çünkü bu fotoğrafın çekebileceği bir şey değildir. Karadenizli bir çocuk olma duygusunu ben işte o “Gülibik” kitabında görmüştüm.
İ.H.A.: Trabzon sayfasını kapatıp, İstanbul’a taşınıyorsun 1990’ların başında galiba. İstanbul’a taşınma gerekçen neydi?
A.S.: Sezai Hocam bana “Git, o adamları bul, onlara yaklaş, onlara iliş.” demişti. Ben Trabzon’da yaşarken. “Git ve özellikle Burhan Uygur’u bul” demişti bana. Ben de işte öyle çıktım geldim. Bir de bir aşk vardı o zaman, resim aşkının dışında bir gönül ilişkisi yani. O nesnel aşkın da katkısı oldu İstanbul’a gelmemin. O aşka da teşekkürler.
İ.H.A.: Peki, Trabzon Lisesi’ndeki efsane hocamız Sezai Çakmakçı ve Burhan Uygur dışında, kendine hoca bellediğin, kendisini usta kabul ettiğin, kendisinden el aldığın ressamlar kimler?
A.S.: Dünya resminden bir beşli sayarım. Türk resminden de bir beşli sayarım. Türk resminden el aldığım ustalar arasında tabii ki Burhan Uygur ve Turan Erol var. Turan Erol’un bana söylediği bir sözü kulağıma küpe yaptım. “Evladım” demişti bana, “Portre ve figür yapmayı biliyorsun. Her serginde mutlaka bir iki tane portre ve figürlü tablon olsun”. Başka malzemeleri denemem gerektiğini de Burhan Uygur tavsiye etmişti bana. Akrilikle resim yapmaya Burhan Uygur sayesinde başladım. O zamana kadar yağlıboya tablo yapıyordum. Resim yaparken kullandığım malzemeler konusunda bir tutuculuğum yok. Tuvalde pastel boya da kullanıyorum. Şurada gördüğün tezgâhta var pastel boya. Burhan Uygur’un söylediği başka bir söz daha vardı: “Evladım; patlat, resmi bir yerden patlat!” demişti. İşte kaba hatlarıyla benim sanat eğitimim bu. Sanat eğitimimde kuşkusuz Sezai Hoca’mın katkısı da oldukça büyük. Sezai Hocam beni kitaplarla beslerdi hep. 1984 yılıydı galiba. Haftada birkaç kitap verirdi bana. Okurdum, Sezai Hoca’ma geri verirdim. O sıralarda kitapların içine desenler yapmak gibi bir şey gelişti bende. Herhalde Orhan Peker’in resimlediği o “Gülibik” adlı kitaptan etkilenerek… Sezai Hoca’mın ödünç verdiği kitaplardan biri Ataol Behramoğlu’nun bir şiir kitabıydı. Renkli, gazlı kalemle içlerine iki desen çizmiştim. “Hocam, bunları çizdim içine.” dediğimde o iki sayfayı yırttı ve siyah beyaz fotokopi çektikten sonra o sayfaları bana verdi. (O zamanlar renkli fotokopi yoktu.) Geçen yıl Ataol Ağabey’in eşi Hülya abla bizi yemeğe davet ettiğinde o desenlerden birinin orijinalini diğerinin de renkli fotokopisini hediye ettim onlara.
İ.H.A.: Keşke şu ressam gibi resim yapabilseydim dediğin, kıskandığın bir ressam var mı?
A.S.: Öyle bir ressam yok; ama keşke altlarında Adil Salih imzası olsaydı dediğim resimler var. Alberto Giocometti’nin, Pierre Bonnard’ın, Orhan Peker’in, Burhan Uygur’un, Adnan Varınca’nın bir iki resmi bunlardan. Adnan Varınca’nın bir resmi var: bıçakla tuzsuz ekmeği resmettiği bir resim. Ekmeği görüyorsun resimde ve ekmeğin tuzsuz olduğunu da görüyorsun, yerçekimi yok, mekân yok. Edgar Degas’ın “Prenses Pauline de Metternich’in Portresi” adlı bir tablosu vardır. İşte keşke altında Adil Salih olsaydı dediğim resimlerden biridir Degas’ın o tablosu. Ayrıca resim ustalarım arasında, Avni Arbaş’ı da saymak isterim. Ernst Ludwig Kirchner’in resimlerinden de çok şey öğrendim. Tabii Utrillo’dan ve Modigliani’den de… Sezai Hoca, ben Trabzon Lisesi’nde öğrenciyken, bana Kirchner’in resimlerini içeren kitaplar getirmişti. Max Bergmann’ın resimleri de bana çok şey kattı. Ve şu anda hâlâ hayatta olan, faşist ideolojiyi benimsemiş Anselm Kiefer’in resimleri de… Benim yaşdaşım ressam Antonio Cosentino’nun resimlerini de çok severim. Tabii ki Mustafa Pancar da var. Hafriyat grubu tayfasını genel olarak severim. Fakat özellikle Cosentino’yu kendime yakın bulurum.

İ.H.A.: Dünyanın en iyi beş ressamı sence kimler?
A.S.: Öncelikle şunu söyleyeyim: Matisse, Picasso’dan büyüktür. Alberto Giocometti çok önemli bir ressamdır. Francis Bacon çok önemli bir ressamdır. Pierre Bonnard. Oskar Kokoschka diye bir ressam var. Bu adam kent resimleri yapıyor, kent silüetleri… Bu adamı davet ediyorlar; gidiyor Amerika’ya. İki resim yapmış ama “Ben burayı hissedemiyorum.” diyor. Yaptıklarını beğenmiyor. Sonra resme ara veriyor. Arabistan’a bile gidiyor. Orada şeyhlerin falan portrelerini yapıyor. Kandisky de önemli bir ressam. Miro da... Çok var ismini saymam gereken ressam. Aaa, Raoul Dufy, muhteşem bir ressam. Çok beğendiğim bir ressam değil, çok da önemsemiyorum Georg Baselitz’i. Fakat komşusu bir Karadenizli imiş ve kemençe çalmayı öğrenmiş. İlginç bir bilgi olarak söylemek istedim ressamlardan bahsetmişken.
İ.H.A.: Peki, Türkiye’deki ressamlardan beğendiklerin kimler? Genç ressamlardan özellikle…
A.S.: Burcu Perçin’in resimlerini seviyorum. Sedef Hatapkapulu’yu çok beğeniyorum. Timur Selçuk’un ilk eşi Ayşegül Beton’un resimlerini de seviyorum. Ayşegül Beton aslında ekonomist. Fransa’da yaşıyor. Çok da güzel giyiniyor Ayşegül Beton. Önümdeki kuşaktan en önemsediğim ressam Şenol Yorozlu’dur. Sonra, Birol Kutadgu. Resul Aytemür. Kendi kuşağımdan iki tane İrfan var beğendiğim; birini daha çok beğeniyorum: İrfan Önürmen. Sevgili arkadaşım Temür Köran ile Altan Çelem de çok sevdiğim ressamlardan. Dahi bulduğum gençler de var. Cemal Doğan adında bir genç. Bir de Maçkalı bir Gamze’miz var: Gamze Duman.
İ.H.A.: Sanat anlayışın nedir? Özellikle resim sanatı özelinde soruyorum sanattan ne anladığını.
A.S.: Dün sohbet ederken burada bulunan ressam dostum Gazi Sansoy “Çok güzel söyledin. Bunu yaz” demişti ya… O sözü tekrar etmek isterim. Benim resmim bütün sanat tarihini barındırır ve her zaman etkilenmeye açığım. Resim adına ne yapılmışsa ve yapılıyorsa, en eskisinden en yenisine kadar takip etmeye çalışırım. Bende iz bırakır ve sürekli olarak vardır hayatımda. Ama arka planda duran o sanat tarihi birikimiyle ben resim yaparken yaşadığım ve belleğimde oluşan kavramları geriye dönük çocukluğumdan aldığım bilgiyle yoğuruyorum. Yaşadığımı boyuyorum, yaşamak istediğimi de, arzuladığımı da ekliyorum.
İ.H.A.: Dünkü sohbette güzel bir söz daha söylemiştin. “Boyamasaydım, çıldırırdım, katil olurdum.” demiştin. Bu sözün bana Sait Faik’in “Yazmasaydım delirirdim.” sözünü çağrıştırdı. “Adil Salih ressam olmasaydı, ne olurdu?” diye bir soru da sorayım burada.
A.S.: Dostum, bütün kalbimle söylüyorum: Elim, ayağım, hiçbir şeyim ressamlıktan başka bir şeye uymuyor. Ressam olmasaydım belki çok iyi bir müzeci olabilirdim. Kapitalim olsaydı çok yeni ve yetenekli gençleri keşfederek onları parlatmak isterdim. Bir müze kurmak isterdim, böyle bir işe kendimi adamak isterdim. Biliyorsun, Trabzon’a döndüğümde dokuz yıl bu tür işleri yaptım Trabzon Belediyesi’nde. Goethe’nin suluboya resimlerini sergiledim. Goethe’nin resim yaptığını bilen kimseler yoktu. Rus ve Azeri ressamları davet ettim. Almanya’dan Draunbaum diye bir Alman ressamı davet ettim. Hem Trabzon’da hem de İstanbul’da. İş Bankası sergi salonlarında bu bahsettiğim ressamlar için sergiler ayarladım. Resim yapamasaydım herhalde bu tür işlerle uğraşırdım.
İ.H.A.: “Genç Bir Şaire Mektuplar”da Alman şairi Rilke, eğer şair olmak istiyorsan her gün yazacaksın diye tavsiyelerde bulunuyor. Sen de Rilke gibi düşünüyor musun? Sana göre, bir sanatçı her gün üretmeli midir veya üretmek için çaba göstermeli midir?
A.S.: Böyle bir kaygım olmadığı için, başka bir açıdan cevap vereceğim. Az önce buranın bir fotoğrafını çekip bir arkadaşıma gönderdim. İlk gençlik yıllarından arkadaşım geldi diye yazdım. Konuşuyoruz diye yazdım O’na. “Sonrasında da hamsi var sırada!” diye hamsilerin resmini çekip gönderdim. Biraz sonra hamsi yapmaya başlayacağım gibi, resim yapmak da benim için öyle. Sokakta bir kâğıt buluyorum mesela, bir doku buluyorum, bir taş buluyorum. İşte onu boyuyorum. “Sonra ne yapacağım?” diye bir düşünce olmuyor bende. Kendiliğinden oluyor; yürümek gibi… Uyanıyorsun, ayağa kalkıyorsun, ayağa kalkmak gibi. Geliyorum, kafamda bir doku kalıyor; bir tat kalıyor. Sahafın birinde bir şey görüyorum mesela. Orhan Peker defterini öyle yapmıştım. Sahafta bulduğum bir şeydi, kâğıda dokundum. Tam Orhan Peker’lik bir şey diye düşündüm. Üç gün uyumadım o defteri yaparken. İçinde 19 tane resim var. “Orhan Peker hayatta olsaydı ve dünyaya baksaydı nasıl bakardı? Orhan Peker gibi nasıl yaparım?” diye düşünerek yaptım yağlı boya pastelle ve kuru pastelle. Yağlıboya pasteli o zamanlar daha yeni keşfetmiştim. Bildiğin pastelin yağlı boyası var. Donuyor; üstünü soyuyorsun. Onunla yaptım o Orhan Peker defterini. Heyecandan uyuyamamıştım o süreçte. Sonra Moda’ya doğru çıkmıştım. O sıralarda bisikletle çıkıyordum, sabahlara kadar çalıştığım zamanlarda. Ama sokak köpekleri yüzünden o gün bisiklete binmemiştim. Yürüyerek çıktım sokak köpeklerinden korktuğum için. İbrahim Çiftçioğlu’nun atölyesinin balkon kapısı açıktı. Telefonunu çaldırdım. “Aç kapıyı, geleyim.” dedim. “Haydi gel, çayı koydum!” dedi. “Yok, çay değil, viski isterim.” dedim. Girdim, masaya koydum defteri. Birer viski yudumlarken, defteri karıştırmaya başladı. Bir deftere bakıyordu, bir bana bakıyordu… Tam o günlerde de Eren Eyuboğlu ile Bedri Rahmi’nin mektupları derlenmişti. Aralarında bilinmeyen desenleri de vardı Bedri Rahmi’nin… Bir haber de yapılmıştı bu mektuplar ve desenler hakkında… Bu haberle ilgili beni rahatsız eden bir şeyler de vardı. Bunu Aydın Ayan’a söylememiştim. Aydın Ayan da, Bedri Rahmi’nin iyi öğrencilerindendi. İbrahim Örs, Hanefi Yeter ve Turan Erol ile birlikte. Bu insanlar, Bedri Rahmi’nin atölyesini teslim ettiği kişilerdir. En son “Kırmızı Han” resmini yapıyordu Bedri Rahmi. “Kırmızı Han” resmi daha bitmemiş, güya Eren Eyuboğlu ile Aydın Ayan resmi bitiriyorlarmış. Bu, Cumhuriyet’te haber olarak çıkmıştı. Uyuz olmuştum bu habere. Böyle bir terbiyesizlik olamazdı bence. Matisse’in resmini bitmemiş diye Matisse öldükten sonra Matisse’in oğlu bitirmiş midir yani? Böyle bir saçmalık olmaz bence.
İ.H.A.: Resmindeki ilhamı nereden alıyorsun? Gündelik hayattan mı? Okuduklarından mı? İzlediğin filmlerden mi? Nereden?
A.S.: Hepsinden… En basitinden, sokaktaki esnaf bağırırken, belli bir ses tonuyla bir şey söylediğinde, aradaki yaptığı nağmeden… Tesadüfen çürüyen bir yaprağın dönüşümünden… Bir kedinin beni tırmalamasından… Arkadaşımın bana güzel bakmasından… Ya da gözünün dolgunluğunu gördüğüm sokaktan geçen bir kızın alnından… Ne bileyim… Bana burnu Grek burnunu çağrıştırdığından... Ve orada şunu düşündüğümden: Ulan vay puşt Picasso! (Matisse, Picasso’dan büyüktür bu arada, parantez içinde!). Ama o Grek’ten nasıl yararlandığını ben biliyorum… Mısır’dan, Mısır rölyeflerinden nasıl faydalandığını… Ayağımın ıslanmasından… Küçükken kardeşimi sırtıma aldığımda sırtıma işerkenki sıcak sidiğin akmasından… Dondurma tadından boyayı karıştırmayı sevdiğimden…
İ.H.A.: İlham aldığın şeyleri sayarken, çok güzel imgeler de kullandın.
A.S.: İyi okurum. Bir şair kadar şiiri bildiğimi zannediyorum.
İ.H.A.: Bu imgeleri ben senin tuvallerde renklerle verdiğini düşünüyorum. Haydar Ergülen’in “resmen şiir” diye yazdığı yazıda senin resmin hakkındaki tespitlerine katıldığımı da belirteyim bu arada. Yaptığın resimlerin çoğunda muazzam bir şiir kapasitesinin barındığını düşünüyorum.
A.S.: Şiirde bir boşluk duygusu var… Soyut bir boşluk duygusu… O, bana feci bir geniş alan yaratıyor. Vüs’at O.Bener’in bir cümlesi var: “Dalgaların sesindendir… dalgaların sesinden…” Bir resmimin arkasına da yazmıştım bunu. Mesela; “Seni seviyorum.” cümlesini üç farklı tonda da söyleyebilirsin. Saldırma isteği tonunda, karşındaki insanı sarıp sarmalama tonunda veya dilin imkânlarıyla söylenmiş herhangi bir cümle tonunda… İşte bu tonlama olgusu, bana çok güzel alanlar sağlıyor; çağrışımlar yaratıyor. Kendi kendine oluyor işte bütün bunlar. Nasıl anlatsam acaba? Eskiden ağlayıcılar vardı köylerde. Cenazelere gelirlerdi ve ben hayretle bakardım onlara. Öyle güzel ağlarlardı ki o ağlayıcılar, sanki ölen kişi o ağlayıcıların annesi veya babası. Öyle güzel tonlamayı yapardı ki o ağlayıcılar… İşte o tonlama çok önemli bir şey bence, ses aralıkları… Müzikten de beslendiğimi söylemek isterim bu arada. Müzik dinlerken insanları rahatsız ettiğim için sekiz veya on yıldır müzikle aram biraz mesafeli. Gene de müzik dinliyorum tabii ki. Sesi çok açardım. Komşular rahatsız olurlardı. Onun için müzik sistemimi devreden çıkarttım. Müziği çok iyi bilen arkadaşlarım var. Mesela bunlardan biri ressam Temür Köran’dır. Müzikte de acayip şeyler hissediyorum. Yehudi Menuhin ile Ravi Shankar’ın birlikte yaptıkları bir çalışmadan sonra bir röportaj yapılmıştı. O röportajda Ravi Shankar şöyle demişti: “Bizim duyduğumuz sesler başka. Biz evimizin altına iniyoruz”. Evin altında kendisini izole ediyor, dışarıdaki sesleri duymuyor. “Ama” diyor, “Kentte, arabalar çalışıyor; vapurlar geçiyor. Dünyada sürekli bir ses var. Dolayısıyla kulağın o küçük sesleri duymuyor”. O röportajda Menuhin diyor ki, “Ben ara sesler olduğunu o zaman fark ettim.”. Aynı olguya Miles Davis de takmıştı. Bu arada, Miles Davis de iyi bir ressamdı aynı zamanda.
İ.H.A.: Benim sormadığım, fakat senin cevap vermek istediğin sorular mutlaka vardır. Ben sana soru sormadan, sen cevapları söyle şimdi.
A.S.: Bir daha dünyaya gelsem, hayatımı daha iyi kullanırdım. Daha çok genç insanlarla birlikte olurdum. Tersinden okumak isterdim. Yaşlandıkça boyumuz küçülüyor ya… Şu sıralar “Boyumun ölçüsü… Boyumca” dizisi üzerinde çalışıyorum. Bu diziyi çalışmamı da Turan Erol Hoca’ma borçluyum. Turan Erol, kemik erimesinden dolayı yaş aldıkça insanın boyunun küçülmeye başladığını söylemişti bana. Şimdi ben 56 yaşındayım. Keşke şu anda sahip olduğum bilgiye ben on üç veya on beş yaşındayken sahip olsaydım ve keşke o zamanlar köye gittiğimde amcamın oğlu Rıfat’a anlatsaydım, İbrahim arkadaşıma anlatsaydım. Keşke o zamanlar bu kadar çok tecrübe sahibi olsaydım da öyle başlasaydık konuşmalara, çalışmalara, eğitim hayatımıza, doğayla ilişkimize, hayvanlarla ilişkimize, arkadaşlık dostluk ilişkilerimize, karşı cinsle ilişkilerimize…
İ.H.A.: Şimdiye kadar kaç tane resim yaptın? Sayısını biliyor musun?
A.S.: Hemen hemen Picasso kadar resim yaptım. Picasso’nun tuvale yaptığı resim sayısı yaklaşık 5800 olarak sayılmış, baskılar, etütler, desenler hariç. Çok resim yaptım ben de. Eleştirileceksem, “çok resim yapmış” diye bir eleştiriyi kabul ederim. Picasso’nun yaptığı tablo sayısına ulaştım ben de. Ressam arkadaşım Gazi Sansoy “Nasıl kalkıp yürüyorsan, nasıl su içiyorsan, nasıl yemek yiyorsan, sen de öyle resim yapıyorsun. Bunun böyle olmasında bir sakınca yok.” demişti bu kadar çok resim yapmam konusunda. Emin değilim… Belki bu kadar çok resim yapmak doğru, belki yanlış. Benimle ilgili böyle bir eleştiri olabilir gelecek zamanlarda: “Adam da boyamış da boyamış.” diyebilirler benim hakkımda.
İ.H.A.: Bir ara Yalçın Küçük’ün Sezen Aksu’ya karşı bir eleştirisi vardı: “Şarkı ishali olmuş!” yönlü bir eleştiri… Belki senin için de “resim ishali” olmuş diye bir eleştiri gelebilir.
A.S.: Şimdi savunmaya geçebilirim. İsimlerini söylemeyeceğim, piyasada dolaşan insanlar var. Ömür boyunca aynı resmi tekrar tekrar yapan insanlar bunlar. Ben bir resmi kırk değişik şekliyle, sıcağıyla soğuğuyla, tersiyle düzüyle deniyorum. Hiçbir resmim diğeriyle hiçbir şekilde benzemez. Hiçbir resmim aynı soruyu sormaz. Her resmim farklı farklı sorular sorar.
İ.H.A.: Müzik tarihinden bir örnek vereyim. Joseph Haydn, muazzam sayıda bestesi olan bir besteci. Fakat aynı temayı bir öteki eserinde işlememiş olan bir müzisyen olarak biliniyor. Bence aynı temayı kullanmamış olmak, o sanatçının dehasını da göstermektedir.
A.S.: Bence de bir sanatçı aynı temayı tekrarlamamalı. Bugün sokağa düşen nem, ışık, rüzgâr, bugün uçan kuş; güvercin, kumru; bugünündür. Şuraya beyaz lekeli bir güvercin geliyor. Onu görünce içimde bir şeyler kıpırdanıyor. Aşağıdaki parktan tarihi yarımadaya bakıyorum. O beyaz vapurların üç tanesi aynı hizaya gelince, her defasında içim titriyor. Her defasında başka oluyor. Ve ben bu yüzden hayatı boyunca aynı resmi yapanlara şaşırıyorum. Nasıl böyle bir şeyi başarabiliyorlar? İsim vererek, örnek vermek istiyorum. Sevgili Coşkun Gürkan bir röportajında şöyle diyor: “Üslup edinmeye çalışıyor ressamlar. Ben hayatımda üslup edinmeye çalışmadım hiç.” Ulan senin yaptığın her bok üslup zaten. Aklın sıra ters köşe yapmaya çalışıyor; yemezler. Özentiyle adını Manet, Monet, Komet falan yaparak önemli olamazsın. Önemli olacaksan yaptıklarınla önemli olabilirsin. Biraz takıntılıyım Coşkun Gürkan’a: Benim resmimin Fransa’da kırk elli yıl önce yapıldığını söylemiş şair Osman Çakmakçı’ya. (Sezai Hoca’mın yeğenidir Osman Çakmakçı.)
Resim eleştirisi konusunda da bir iki söz söylemek isterim. Resim üzerine yazan edebiyatçılardan Ferit Edgü var mesela. O kuşaktan Sezer Tansuğ da var. Fakat işte Sezer Tansuğ’dan sonra resim eleştirisi yok Türkiye’de. Sadece resim övgüsü yazılıyor “eleştiri” adına. Roland Barthes’ın “Modern Sanat” isminde bir kitabı var. Çok da anlaşılır bir çevirisi vardır. (Bu arada belirteyim: Resim eleştirisinde anlaşılmaz dil kullanmanın sancaktarlığını da Sezer Tansuğ yapmıştı. Sanki anlaşılmaz yazmak marifetmiş gibi. “Büyüyünce öğrenirsiniz!” falan diye de küçümsermiş anlamadıklarını söyleyenlere. (Yıllar sonra da Sezer Tansuğ’un Fethullahçı olduğunu da öğrenmiş olduk.) Neyse, dönelim Barthes’a. “Modern Sanat” kitabında Barthes, Jean Dubuffet adlı bir ressamı yaşayan en önemli ressam olarak belirtiyor. Bir süre sonra, Dubuffet figürlerini ve inek resimlerini yapmayı bırakıp, soyut ve birbirini takip eden çizgisel eserler yapıyor ve Barthes bunları beğenmiyor. Dubuffet o ünlü olduğu halinden, otel kapılarında bavul taşıma durumuna düşüyor. Eleştiri bence işte Barthes’ın yaptığı gibi olmalıdır. Benim resmimi eleştiren biri çıktığı zaman ben çok sevinirim. Ufuk Algan isimli bir arkadaşım var, edebiyat öğretmeni. “Nedir böyle cıbıllar cıbıllar, sahiller sahiller?” diye benim o dönem yaptığım resimleri eleştirmişti. “Doğru diyorsun.” demiştim ben de. Düşündüm sonra ben bu eleştiri üzerine. Böyle yapmayayım, başka türlü yapayım diye… Ben eleştiriden yararlanmak isterim öncelikle.
İ.H.A.: O sahil resimlerini ben de hatırlıyorum. “Karikatürümsü buldum bu resimleri.” diye ben de bir eleştiri getirmiştim o zamanlar.
A.S.: Elimde olmadan elimin oraya gitmesinin nedeni şu olsa gerek: Ben toprakla suyun birbirine değdiği yeri hayatın başlangıç noktası olarak görüyorum.
İ.H.A.: Ressam olmak isteyen gençlere ne tavsiye edersin?
A.S.: Bedri Rahmi Atölyesi’nin kapısındaki yemin gibi… Götün yemeyecekse, bu yola çıkmayacaksın; çıkacaksan da bu yolda yürüyeceksin, kardeşim. Sanat yapmanın bahanesi olmaz. Her koşulda yapılandır sanat; bunu anlatırdım gençlere. Ya bu yola çıkın, ya bu yola çıkın. Çıkmıyorsanız da defolun gidin… Gençlere tavsiyelerim: Yetişmeye çalış. Çok film izle. Çok şiir oku. Çok resim bak. İmkânın oldukça dünyayı gez, müzeleri gez, resimlere bak. Van Gogh’un resimlerindeki sarıyı anlamaya çalış. Hayvanları sev. Kendini sev. Kendine iyi pantolon al. Genç kızlar kendilerine güzel makyaj yapsın. Ama en önemlisi, dünyada ne oluyor ne bitiyor takip edin.
İ.H.A.: Yola çıkmak demişken… Röportajın başlarında Sezai Çakmakçı Hoca’nın sana “Git o adamları bul!” dediğini söylemiştin. Sezai Hoca’nın verdiği itki olmasaydı, o yönlendirme olmasaydı, bugün Adil Salih nerede olurdu?
A.S.: Belediye’den emekli olmuş ve babam gibi köye çekilip, köyde yaşayan bir adam olurdum herhalde. “Resim yapan bir adam” diye anılırdım belki. Ama ressam Adil Salih olmazdım. Sezai Hoca bana “Git o adamları bul!” dedi. “Sanat merkezi orası… Pasta orada… Oraya gideceksin, git, onları bul. Git Burhan Uygur’u bul!” dedi bana. O zamanlar ünlü galeriler vardı. Bebek’te bir Kile Galeri vardı. Evet, aynen Sezai Hoca’nın dediklerini yaptım. Koltuğumun altına resimlerimi aldım, gittim. Orhan İlyas buna şahittir. Orhan İlyas o zamanlar Maltepe civarında bir evde oturuyor. Otobüsten indim, Orhan İlyas’ın evine gittim. Sabahleyin de Burhan Uygur’un sergisine gidecektim. Koltuğumun altına resimleri aldım, Burhan Hoca’ma göstermek için. Tesadüfen caddede karşılaştık o gün Burhan Uygur’la. O’nun da koltuğunun altında bir resim vardı. Caddenin karşı tarafında benim de koltuğumun altında resimler vardı. Geceleyin, Burhan Uygur’un yaptığı yeni bir resimdi. Sergideki resimlerden biriyle değiştirmek için getiriyordu o resmi. Burhan Hoca’mın eşi Vesile abla da sergi salonundaydı. Ben resimleri indirdim koltuğumun altından. Burhan Hoca, heyecanlandı ve benim resimlerimi dışarı, güneş ışığına çıkardı. “Çok güzel! Çok güzel! Çok güzel! Seninle birlikte İtalya’da ortak bir sergi açalım.” dedi bana. Ben şoktayım tabii. Ama sonuçta buldum Burhan Uygur’u.
İ.H.A.: Röportaja burada nokta koyalım. Hayli uzun bir röportaj oldu. Teşekkür ederim sohbet için.
A.S.: Senden sorular almak çok güzeldi. Ben de teşekkür ederim.
E-Bülten
Bültenimize abone olun ve en yeni güncellemelerimizi doğrudan gelen kutunuza alın.

Yorum Bırakın