Janset Karavin
SON BÖLÜNME
Uzunca bir yaz tatili ve aslında benim açımdan geniş bir gözlem ve okuma arasından sonra geçtiğimiz haftalarda yazmaya başladım yeniden. Ancak erken atılmış bir adımdı şimdi anlıyorum ki çünkü seçim sonrası ülkenin seküler hattı üzerine çöken kara bulutlar benim de başımdan pek dağılmış değildi. Zaten bu bulutları dağıtmanın kendimce geliştirdiğim yöntemini anlatmaya çalıştım o yazımda da. Gelin görün ki geçen sürede fokur fokur kaynayan kazanımız Ortadoğu nihayet taştı ve yeni düşünmelerin ufkunu açtı. Malum; Hamas, İsrail’de bir terör eylemi dizisine kalkıştı ve İsrail de şu günlerde buna karşılık veriyor ama “savaş hukukunu” hiçe sayarak, pervasızca hareket ediyor.
“Post-truth” çağındayız; terör eyleminin İsrail’in kendisi tarafından tezgâhlanmış olma ihtimali bile tartışılıyor elbette ama işin bu boyutu beni pek ilgilendirmiyor düşünme sürecimde çünkü devletlerin zaten şiddet tekelini ellerinde tutmak güdüsünden yarattıkları varlıklarını da terörizm olarak değerlendiriyorum.
Tarih galipler tarafından, galipler için, galiplerin kahramanlıklarına düzülen destanlardan ibarettir resmi açıdan; resmi tarih yazıcılığının ötesindeyse “insan” vardır, hep öyle olagelmiştir ve bu yüzden bir bilimdir neticede.
Her neyse, uzatmayayım; yazılarımı takip ettiyseniz (ki ben bile zorlanıyorum aralıkları epey açıldığından) Soğuk Savaş sonrası şekillenmekte olan dünyada Türkiye’nin kendisini konumlayabileceği yeri, bir imparatorluk bakiyesi olmanın getirdiği avantaj ve dezavantajları da göz önünde bulundurarak düşlemiş, çıkış ve çözümler, eylem ve zorunlulukları sıralamayı denemiş, Cumhuriyetin Türk tanımını da alarak, pastaya kremadan, leziz bir katman daha eklercesine coğrafya temelinde bir barışçıl genişleme önermiştim. Hâlâ öneriyorum, hâlâ düşüne duruyorum, hâlâ mümkün görüyorum her şeye rağmen.
Önümüzdeki yazılarda da bu coğrafi kimliğin beslenerek yazgı birlikteliği oluşturmanın nasıl mümkün olacağından çok, bunun hayata dökülmesinin bizim için nasıl da elzem ve yaşamsal olduğunu anlatmaya çalışacağım.
Toplumsal hafızamız çok sığdır bizim, geniş bakamayız zamana, dar yürürüz. Bir parça çekiştirip genişletmeye çalışacağım şimdi gerimize doğru uzayan ufku. Çift kutuplu dünya Huntington’ın da dile getirdiği gibi aslında üç kutupluydu; Amerika’nın ve Avrupa’nın başı çektiği “özgür dünya,” Sovyetlerin öncüllüğündeki “demir perde” ve Hindistan gibi ülkelerin şu ya da bu şekilde içinde toplanabileceği “bağsızlar.” Özetin özeti, uluslararası ilişkileri ideoloji şekillendiriyordu. Liberal kapitalizmin karşısında sosyalizm vardı ve her ikisinden bağsız, ben ekmeğime bakarımcı bağsızlar. Bu noktada iyi kötü bir denge oluşmuş, sıcak çatışmaya dönüşmeyen ama tam da bu yüzden soğuk savaş olarak tanımlanan bir hal yerleşmişti hayatın akışının göbeğine. Sovyetlerin yıkılmasının ardından ideolojik sürtüşme ya da ihtimal olan çatışma gerginliği “defakto” olarak sona erdi. Oysa çatışmasızlık kabul edilebilir değildi. Ekonomik rekabetçilik ilkesi benzeri bir politik rekabetçilikten umulan medet “gelişmeydi” kapitalistler için. Ötekileştirilen sosyalistler olmayınca, özgür insanlık ülküsü buharlaşıp gitmişti. Yerine derhal bir düşman bulunmalıydı ve aranan kan Çin de göz ardı edilerek İslami şeriatta bulundu. Bu kukla düşman zamanla bir yeni musibeti yeşertecekti ki bugünlerde onu artık çıplak gözle görebiliyoruz: Köktendincilik.
Yazık ki bu korkunç hatalı düşman yaratma planının körüklediği altyapısal düşünüş Huntington’ın meşhur makalesindeki “medeniyet” algısını parlattı. Bu noktada ben de Edward Said gibi tek ve bölünmez bir medeniyet ayrışımına gidilemeyeceğini düşünüyorum ama tek ve bölünemez bir ulus ayrışımı da doğal değil bana sorarsanız ve fakat günümüzün “de jure” gerçekliği tam da böyle her ne kadar sallanan diş gibiyse de. Neyin, nasıl, ne zaman, ne kadar, nerede yapılabileceğini de ulus devletler belirlediğine göre bu “de jure’luğa” şaşmamalı. Tanrı mı insandan, insan mı Tanrı ya da Tanrılardan çıktı, diye kara kara düşünmekten farksız bu. Demem o ki mümkün olmaktan ziyade kurgulanmış ya da kurgulanmamış olmak, işte bütün mesele bu. Hayır, komplo teorisyeni ya da “fütürolog” falan değilim, sadece fütursuzum. Endişeli de değilim Türk entelijansiyası gibi, farkındayım ötekiliğimin bir anarşist olarak ve iç ses olmaya çabalıyorum. İsteyen tokat atabilir yani, önemsemem. Fütüroloji deyince de Hari Seldon’u tek geçerim.
Gelişen teknoloji bizi bir “iletişim” çağına sürükledi dersek başımız ağrımaz. Ancak bu çağı belki de bir “kakafoni” çağı olarak açımlamamız daha doğru olur kanaatimce. Her kafadan bir ses yükselen, ak koyunun kara koyuna, at izinin it izine karıştığı bir çağ diyelim tarihimizdeki damat hazretlerinden geçip çağdaş, ikonik damat bakanımızı yad ederek. Bu gürültülü kargaşanın düzensizliği birçok bakımdan çok kutuplu dünyanın soğuk savaşının galibi, süper güç Amerikamızca yönlendiriliyor gözükse de bana sorarsanız bu suya yön verme çabası ancak yüzeysel bir akıntı sağlayabildi yerkürede. Yanisi, gerçekleşen iletişim tabanlı kültür emperyalizmi atağı sadece kot pantolon, “Vindovs” ve “Mek Danılds” olarak geçti insanlığa; modernizasyon olabildi ancak, beklendiği üzere bir “Vesternizasyon” vücuda getiremedi. Eh tabii “altına hücum” görece basitti; üç beş maceracı ve bir avuç hayalperest, Kızılderilileri alt etmeye yeterdi ama binlerce yılda oluşturulmuş yaşam biçimlerini, hayatı, insanı ve evreni kavrayış biçimlerini, fikirleri yenmek için ne Elvis, ne “Holivud” aranan kudreti sağlamıyor, ancak bir benzerini yaratıyordu; Erol Büyükburç ve Yeşilçam gibi.
Şimdi oturup size internetin hayatımıza getirdiklerinden, yarattığı ve şu anda siz bu yazıyı okurken bile dünya dillerinde, kültürlerinde, insanlık ülküsünde kanırtmakta olduğu, açtığı kanlı yaraları anlatmayacağım. Yükselen cehaletin bir çeşit önüne geçilemez salgına dönüştüğünün ve hepimizin enfekte olduğunun farkındayız. Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz!
Bu, cehaletin diktatoryası artık bizim “Yeni Cesur Dünyamız.”
Peki “Batılılaşmak” şart mıydı da biz Batılılaşmadık?
Zurnanın zırt dediği yer de burası işte; Batı Medeniyetinin umduğu buydu belki ama bulduğu sadece biçimsel bir benzerlik oldu. Önüne geçilemez akışında iletişim kargaşasının, birçok saçmalığın yanı sıra bir yadsınamaz yeni gerçeklik oluştu; “sorgulama.”
Bilinçsizce körüklenen “köktencilik” cehaletin diktatoryasında popülizmle beslenerek faşizme, köktendinciliğe evrilirken insanların bir kısmı sorgulamaya başladılar. Milliyet fikrini ve milliyetçiliği ırkçılığın karşı kefesine koyarak sorguladılar. Tek tanrılı semavi dinleri ve onların masallarını, şeriatlarını, varlığın, varoluşun ve evrimin karşısında sınadılar, sınamaya, ölçüp biçmeye, düşünmeye devam ediyor ve bireysel devrimlerini yapıyorlar. İnsanlardan bağsız olarak kökleşmiş ve çürümüş resmi akılsa yükselmekte olan bu dalgayı henüz bir tehdit olarak görmüyor, sadece kaşıntı veren bir haşeratmış gibi yaklaşıyor onlara. Kendi bildiğini okumaya devam ediyor. Medeniyet fikrini ve medeniyetler çatışması bahanesini kendi genellemeleri üzerine kurguluyor.
Lafı çok dolandırdım ve bu konu bir yazıya sığdırılamaz ama şimdilik geniş bir özet geçebilmişsem “psikotarihçilik” oynayıp şöyle bir kehanette bulunarak bitireyim ki bir parmak da bal çalmış olayım zihninize…
İsrail-Filistin çatışmasında ilk günlerde herkes peşinden atlı kovalıyormuş gibi taraf oldu. Belki de Sayın Başkanımızın veciz nasihatına uyarak bitaraf olmaktansa bir taraf olmayı tercih ettiler; hayırlısı olsun haklarında ne diyeyim. İmanın verdiği ateşle Filistin’i haklı görerek, İsrail’i lanetleyen İslami kesimin neresini tutsam elimde kalıyor; onları hiç eleştirmeyeceğim; Allah kabul etsin panpa. İsrail’i haklı bulan ekseriya sekülerlerden oluşan topluluk Hamas’ı terör örgütü olarak kodladılar ki haksız değildiler ama İsrail ne kadar seküler, ne kadar laik bir yapıdır pek düşünmediler bence…
İşbu halde kucağımızdaki çatışmanın alevleri hepimizi yutmaya teşne ve aslında taraflar köktendinci. Ortadaki müstakbel savaş bir din savaşı ve mücahidi olmaya gönüllü olanlar sorgulama aşamasına erişememiş olanlar. İş ki bu çatışmaya körükle gidecek olursa ulus devletler, patlak verecek savaşta dindarlar birbirlerini öldürürken, dünyada yükselmekte olan o sorgulayıcı kitlenin katlanarak çoğalması ve savaş uzadıkça hiç beklenmedik bir karşı bağsız güç olarak sahneye çıkması distopyası hiç de uzak değil.
Bugün kulağa fantastik gibi gelecek bir gelecekte yeryüzünde insanlık “Son Bölünmede,” birbirleriyle savaşırken medeniyeti yok olmanın eşiğine sürüklemiş ve bu süreçte uğruna kan akıttıkları dinlerini bile unutarak tek bir tarafa dönüşmüş, ulussuz “teistlerle,” onların doğal düşmanı olup çıkıvermiş “ateistler” arasında yeni bir çift (ya da agnostik ve modernistleri de hesaba katarsak çok) kutupluluğa varabilir.
Gülmeyin. “Vayt Si, Bilek Si" doğalgazı zemheride pencereleri açtırabilir, vatka yarın moda olabilir.
E-Bülten
Bültenimize abone olun ve en yeni güncellemelerimizi doğrudan gelen kutunuza alın.
Yorum Bırakın