Janset Karavin
SAÇ-I ŞERİF
Bu yazıya şu “temennimi” dile getirerek başlamak istiyorum: İran’daki molla rejiminin yıkılmasını, kendi yıkılmakla kalmayıp düşerken bize ve tüm İslam âlemine çarpıp İslamcı faşistleri, tek adam rejimlerini, kralları ve emirleri şeriatlarıyla beraber Allah’larının cehenneminin en dibine, hatta bilmiyorum ama hadis dedikleri kulaktan kulağa saçmalıklarında falan uydurdukları ondan da dipte, derinde, asla geri dönemeyecekleri, mümkünse yok olacakları bir şey ya da yer varsa oraya sürüklemesini diliyorum.
Ancak mollalar interneti de kapatmaya çalıştıkları için gidişatından sağlıklı bilgiler edinemediğimiz fakat sürmekte olduğunu düşündüğümüz halk ayaklanmalarına biraz farklı bir açıdan yaklaşmak, bir fikir jimnastiğine girişmek niyetindeyim. Yanisi bir hayli sıkıcı bulabilirsiniz bu yazımı her ne kadar sizi aynı zamanda türlü çeşitli taklalarla eğlendirmeye de çalışacağıma söz versem bile…
İnsanlık dışı molla rejimine karşı kadınlar üzerindeki baskıdan patlak vererek çıkan kalkışmayı “büyük resimde” İran’ın, Rusya ittifakından küreselciler tarafından kopartılma projesi olarak yorumlayanlar var; hayır, bence İran’da rejim yıkılır ve yerine başarıyla seküler bir yönetim oturtulabilirse bu kalkışma Fransız İhtilalinden daha güçlü ve doğal bir şekilde bütün İslam coğrafyasına yayılabilir ve bir reform hareketine dönüşebilir. Tabii “büyük resimde” bu reformu da “Rotşayld Ailesi” tertiplemiş olacağı için “onlar” aynı masalı sakız etmeye devam edecekler. Onları uykuya dalmak için açıp dinleriz renkli, soluk kesici Annunakili rüyalar için, biz gelelim anafikrimize…
Mahsa Amini’nin öldürülmesiyle fitili ateşlenen olaylar sadece İran’da bir dönüşümü değil, aynı zamanda veya süreç içinde tüm İslam coğrafyasında bir dönüşümü tetiklerse İslam modernizminin nihayet tamamlandığını ve postmodern bir yapısöküm sürecine girildiğini söyleyebiliriz ya da söyleyebilir miyiz?
İşbu halde nedir bu modern ve modernleşme ve dahası postmodern, anlatmak şart oldu…
17.yüzyılda başlayan modernite yaklaşımı, ancak 1800’lerin ortasında Baudelaire tarafından “modernizm” olarak adlandırıldı. Dönüp daha gerilere, misal Rönesansa baktığımızda da durum aynı; Julien-Michel Gue 19. yüzyılda Rönesans dedi Rönesansa. Bu böyle sürer gider. Tarihi dönemler yaşadığımız süreçlerin ötesinden bakılarak etiketlenegelmiştir hep. Eh, postmodernizmi yaşarken koyduk adını diyeceksiniz belki ama o iş pek de öyle sayılmaz çünkü 19. yüzyılın son çeyreğinde sanat eleştirisinde var olan bir kavram postmodernizm. 20. yüzyılın ikinci yarısındaysa yerini sağlamlaştırıp hemen ardından felsefi bir düşünce olarak geliştirilmeye başlanıyor. Buradan aklımızda tutmamız gereken şu yüzyılın bu çeyreği, o yarısı falan değil, postmodernizmin bir “kültürel” kavram olarak doğmuş olması. Postmodernizmin 1960’lı yıllardan başlayarak felsefi bir düşünüşe evrilmesine nelerin sebep olduğunu görmezden gelirsek düşünce akımlarının toplumsal hayatla bağıntılarının, hatta doğrudan birbirlerinden kaynaklandığı bir bağımlı ilişkilenmelerinin olduğu kaçınılmazlığını yok saymış oluruz ki bu bizi bir masal dünyasına sürükler. Tesadüf bu ya bugün Türkiye bir masallar dünyası zaten ve bizler bir yandan hayatla çarpışırken öte yanda kasabalı siyasi söylem, bir varmış bir yokmuş çığırtkanlığı yaparak arşa çıkıp oturuyor; yerinden kaldırabilene aşk olsun! Neyse, bu başka bahis…
1960’larda öğrenci hareketleriyle dünyayı saran huzursuzluğun temel sebebi kapitalistlerin “Fordizm” buluşuyla, plastik çağa geçip insanlığı “seri üretim” çılgınlığına boğması sonucu toplumsal sınıflar arası farkın açıldıkça açılıp, gelir adaletsizliklerinin ayyuka çıkması denebilir. Buna siyasi ve kültürel kutuplaşma ve soğuk gerçekler olarak Vietnam savaşı, Çin kültür(!) devrimi barbarlığı, Che Guevara, Martin Luther King gibi öncü siyasi figürlerin öldürülmeleri eklenebilir. Dahası bütün bu olan bitenlere kapitalizmin 50’lerden bu yana “postmodern” bir yaklaşımla karşılık, söylem üreterek bir adım bile geri gitmeme inadının altı çizilmeli. Açalım; her türlü karşı düşünceyi metalaştırıp popülerize etme denemeleridir özetle bu postmodern kapitalist yaklaşım. İşte tam da bu noktada dünya epey bir karışıp, olan olduktan, ölen öldükten sonra Jean-François Lyotard, Postmodern Durum’u yazar ve moderni, bilim ve devleti meşrulaştırmak amacıyla meta (üst) anlatılar kullanmak olarak tanımlar. Bu durumda postmodernizm de doğal olarak bu meta anlatılara hiç değilse şüphe ile yaklaşmak olmalıdır. Bence de bugüne dek yapılabilmiş en kabul edilebilir tanımı budur postmodernist tutumun, yoksa yapılmaya kalkışılacak diğer tüm tanımlamalar en az bir dayanak ya da değişmez, değiştirilmesi tekif edilemez yani “kutsal” öne sürecektir ki bu, bir “şey” olacaktır. Şeylerse, “şey” olmadıkları âna bakılarak kavranabilir. Meta anlatı nedir peki? Özetin özetiyle, “şeyleri;” insanlığın bütün birkimlerini, yaşadıklarını ve deneyimlerini ve vardığı sonuçları, yani “herşeyi” tek bir çerçeveye sığdırma denemeleridir. Bu cümede insanlık yerine dilediğiniz özneyi koyarak bir meta anlatı kurgulayabilirsiniz. 20. yüzyılın başı misal, ulus devletçikler için “masal saatiydi.” Bir meta anlatı kurgulamanın tam zamanı, şimdi değilse ne zaman diyerek ateşin başına oturdu güven-lik arayışındaki insanlık.
Dinler, tüm izmler ve hatta bazı fikir akımları birer meta anlatıdır demem o ki ve fakat postmodernizm, “herşey hakkında hiç şey” diyerek özetleyebileceğimiz, meta anlatılara karşı şüpheci bir yaklaşım olduğundan, bir meta anlatı olamayacağından, olmadığından tanımı da ancak bu kadar işte.
Şimdi gelelim önermemize: Mahsa Amini’nin öldürülmesiyle fitili ateşlenen olaylar sadece İran’da bir dönüşümü değil, aynı zamanda veya süreç içinde tüm İslam coğrafyasında bir dönüşümü tetiklerse İslam modernizminin nihayet tamamlandığını ve postmodern bir yapısöküm sürecine girildiğini söyleyebiliriz ya da söyleyebilir miyiz?
İslam üzerine ahkâm kesecek derinlikte bilgiye sahip değilim. Dağarcığım yaşadığım ülke, toplumu ve inandıkları dinin kutsal kitabını anadilimde birkaç kez ve üzerinde durarak, araştırıp karıştırarak, farklı görüşleri okuyup dinleyerek okumuş olmaktan kaynaklanıyor. Ayrıca dinler üzerine ahkâmım da gene birkaç kuramsal eleştirel metne ve kutsal kitaplara dayanıyor ancak. Dolayısıyla meseleye teolojik değil sosyolojik bir yaklaşımı benimseyebilirim el yordamıyla.
Modernizm farklılıkları bir potada eriterek biricik bir meta anlatı kurgular; tek dil, tek devlet, tek millet. Oysa postmodernizm Deleuze’ün ifadesinde vücut bulduğu haliyle: “Anlamın aşkınlığı şiddettir,” bu tekçiliğin şiddeten başka bir sonuca erişemeyeceğini iddia eder ve farklılıkları önemser, farklılıkların öne çıkmasını, parlamasını, bireyin varoluşunu ortaya koymasını ister.
Modernizmin “akıl” kavramsallaştırması da gene tekçilik gibi bir nevi “ortak” üst akıldır ve daha ziyade oluşturulmuş biricik ve tekçi meta anlatıyı geleneklerle beslemek içindir, iktidar içindir. Oysa postmodernizm bu aklı reddeder. Akıl bireyin aklıdır postmodernizmde ve hiçbir kavram “zamanöte” olamaz; her akıl zamanla bağlıdır. Gene Deleuze’ün dediği gibi: “Hakikat, zamanın hakikatidir.”
İslam da diğer bütün dinler gibi varlığa, varoluşa, insana ve yaşamın hukuk, etik dahil her alanına bütüncül bir cevap vermeye kalkıştığı için düpedüz bir meta anlatıdır ve farklı coğrafyalarda, farklı kültürler tarafından geleneklerle sentezlenerek, farklı yorumlar oluşturmuşsa da kapalı bir kutudur ve kendi kaynaklarından, kendi gelenek silsilesinden besler tekçil bakışını. Moderniteyi böylece kurgulamıştır. Zamanın ötesinde olmak şöyle dursun, her bir yorumunun doğruları adeta “zamandan münezzehtir.”
İşte bu kabulleri bugün reddeden insanlar, bu sözde doğruların bütünüyle benimsedikleri doğrular olmadığını haykırmış oluyorlar bir yerde. Yani mesele nasıl birkaç ağaç değildiyse, mesele gene bir kumaş parçası ya da saç teli değil. İslam’ın modernizm çağının tamama ermiş olması demek, artık kitlelerin başka bir hayatı mümkün görmeleri, çarklar arasında sıkıştırılıp ezildikleri yerin farkına varmaları, İslam’ın geleneğin ve iktidarların değil, “bireyin aklıyla” sorguya açılmış olması demektir.
İran halkları bu sorgulamayı yapmaya hazırlar mı bilemiyorum. Bunu zaman gösterecek, tıpkı bu sorgulama kapılarını araladığı gibi zamanın ruhunun. Hazırlarsa mollalar rejimini devirip yerine hiç değilse şüpheciliği bakımından “postmodern” bir aklı yerleştirebilecek “feraseti” (sezgisel anlayış) bulabilecekler ve bu bir yapısöküm sürecini (dekonstrüksiyon) tetikleyerek İslam coğrafyalarında yeni, güncel yorumları (rekonstrüksiyon) zorunlu kılabilirler.
İslam coğrafyası diyerek genellediğimde her ne kadar aynı kaba koysam da Anadolu’yu, modernleşmenin tamamlanması, postmodernist yapısökümcü bir sürece girilmesi gibi durumlardan bahsederken aslında Anadolu ve diğer Müslüman halkların yaşadıkları coğrafyaları ayırmak gerektiğine inanıyorum çünkü “biz” bir çeşit mucizeyi yaşadık ve beğenmesek de Batılı bir eğitim verilmiş Atatürk ve kuşağındaki subaylar sayesinde kısa da düşse “çağdaş uygarlıklara” doğru küçümsenemeyecek bir zıplayış yaptık; diğerlerinden onlarca yıl ilerideyiz ve fakat Batı da bizden…
Şimdilik umut etmek ve takip etmeye çalışmaktan başka bir şey gelmiyor elden.
E-Bülten
Bültenimize abone olun ve en yeni güncellemelerimizi doğrudan gelen kutunuza alın.
Yorum Bırakın