Müjde Alganer
1.MEKTUP
İSTANBUL, GÜL KOKULU MAYIS
Sevgili Torunum Can’a…
Can’ım evladım, mektup yazmanın ne kadar demode bir eylem olduğunun farkındayım, fakat sana yazılı bir iki kelam bırakmak istiyorum. Bu devirde benim gibi konuşan ve yazan kalmadı, bakma sen. Ezcümle aslında soyu tükenmiş bir neslin geriye kalan numunelerinden biriyim.
“Otuz sene sonraya, sevdiklerinize mektup atmak ister miydiniz?” ilanını gördüğüm an hemen karar verdim. Bu ilhamın, bugüne değin yıldızımın parladığı anlarda istifade ettiğim pınardan çağladığına emindim. Fikir öyle kanıma girmişti ki senin yetişkinliğine hitaben cümleler zihnimi aniden istila etti. Önüme çıkan bu yaman talihi derhal değerlendirdim ve yazmaya koyuldum.
Tanıtımı tarafıma tafsilatlı bir şekilde takdim edilen, önce teknik malumat yüzünden idrakte zorlandığım ve eminim ki senin tapon bulacağın bu düzeneğe, elinde tuttuğun mektubu teslim ettim. Her ne kadar bu mektubun, aklın kemale erdiği vakitte sana erişmesini istesem de zamanı kontrol edemeyeceğimin bilincindeyim sevgili torunum.
İnce bir seziş mi dersin yoksa evrenin kulağına fısıldanan hüsnüniyetli bir dua olarak mı telakki etmeyi tercih edersin, bilemem… Lakin bu teşebbüsle büyük akışa teslim ettiğim narin bir maruzatım var. O da şu: Mektubun eline geçtiği andaki hayatınla, okuyacakların arasında oluşmasını temenni ettiğim tevafuk!
Haddizatında naçiz ömür süremde biriktirdiğim duygu ve düşüncelerimden damıtılan özden müteşekkil bu mektubun; bilmediğim bir zamanda ve ömrümün vefa etmeyeceği bir zeminde sana ulaşarak aklına sirayet, kalbine nüfuz ederek, cihanda yeniden zuhur etmesi fikri yaşlı kalbim için nasıl da fevkalade bir çarpıntıdır, sevgili torunum.
Bunun bir nevi zamanda seyyaliyet hatta ahir zamana yapılacak bir tür seyahat zannı uyandırdığını söyleyebilirim. Kim bilir belki sen de bu geleneği devam ettirir ve hayatına ait önemli veçhelerden derleyeceğin malumatı bir sonraki sürgününe devşirmenin, mektup yazmaktan daha iyi bir yolunu bulursun. Zira aile geçmişini bilmenin geleceği inşa etmekteki tesiri, inkâr edilemez bir önemi haizdir evladım.
Bu önem ki genler vasıtasıyla tabiatına nakşedilmiş olduğu halde, sen bunu fark etmeden beyhude bir hayata gark olur da geçmişin tekerrürünü yaşatan hücresel manyetizmanın yalanlı-yılanlı haritası üzerinden hem ne yaptığından hem niye yaptığından bihaber, seyircisiz bir sahnede yapayalnız kalakalırsın da sebebini anlayamazsın.
Bu yüzdendir ki atalarının geçmişini bilme lüksü, seni hayatında yanılgısına düşebileceğin lahzaların sahteliğine uyandırır; binaenaleyh ailevi zaafları ve temayülleri ifşa ederek mazinin gölgelerini idrak etmene vesile olabilir Can’ım.
Cancağızım, burada kafanın biraz bulandığını hissediyorum. Ah şu anki hislerimi bir bilsen. Biraz evvel de dedim ya sana bulunduğum andan seslenişimde bir nevi gaibe meydan okuma var! Bu senin zamanına, gökten zembille inerek -izinsiz ve destursuz- içimden geçenleri sana, seninkileri bana aktardığımı düşlediğim hayali bir diyalog olsa da...
Gündeme getirdiğim varsayımlar ve tespitler silsilesinde, zamanın görünmez koridorlarının hissettirdiği karşılıklı münazaranın canlı bir tarafıymışçasına pek mesudum!
Açıklamaya çalıştığım husus, yaşadığım günün koşulları altında bir hipotez gibi gözükse de aslında hayat nizamının kurallarını keşfedenler için derinine inilmiş bir hakikat. Filhakika bu hakikati, tecrübelerden ve gözlemlerden imbiklenmiş bir feraset olarak da ifade etmek mümkün.
Hülasa demem o ki bizler, yani insan evlatları aslında pek de zahir olmayan şekilde atalarımızın tutumlarını, seçimlerini, hatalarını, sevaplarını miras alabiliriz. Fakat bu batıni terekeciliğin şuuruna zerre ermeden hayat yoluna devam ederiz. Bu konuyu bilhassa öğrenmeni ve araştırmanı naçizane tavsiye ederim.
İlk maruzatım buydu yavrumun yavrusu. Girizgâhı pek uzun tuttuğumun farkındayım. Can’ım, yukarıda açıklamak için çırpındığım gerçekliği daha kolay ifadenin bir yolu olmalı diye düşünürken aklıma birisi geldi: “Soyuna çekmeyen soysuz olurmuş” derdi pek sevgili validem Meryem Hanım. Büyük büyükannen mektep görmüş kadındı ve bu lafla, yaşanmışlıkla hemhal genetiğe dikkat çekmeye çalışır, her türlü huyun ve de suyun yedi göbekten alınabileceğini ihsas ederdi.
Senin varlığınla ruhuma nüfuz eden –ya da bulaşan mı demeliyim– ümit, bana neler fısıldıyor bir bilsen –devam ettireceğin soyda kim bilir hangi hasletlerini benden alıp geleceğe taşıyacaksın mesela?
İşte tam da burada atalarının zaaflarını bilmek önem arz etmekte evladım. Zira hayat seçimleri karşısında, benliğinin derin kuytularında esen bildiğin ve bilemediğin fırtınalarla; dalları budakları kırılacak duygu ağaçlarının yaprakları gözünün önünde birikir de görmen gerekeni gördürmez; ağzını lal eder de söyletmez, ayaklarına dolanır da adım attırmaz, kalbinin gözünü kapatır da doğruyu seçtirmez ya… Bu tezahürler benim sana şu ana kadar işaret etmeye çalıştığım büyük meselenin en kalbi hususiyeti ve özüdür evladım.
Pek uzattım fakat anlatmak ve anlaşılmak ihtiyacı benliğime öyle hâkim ki, sözümü noksan eylemek; inşaatı “tam olacakken, natamam bırakmak” gibi hissettiriyor güzel evladım. Hani şu, vaktim yoktu, uzun yazmak zorunda kaldım, denilen türden… Bunca senenin ardından önüne gelen bu lafügüzafı, kendimi ifade etmek için verdiğim mücadeleye yor ve beni affet evladım.
Sana aktarmak istediğim gizli miras olgusuna ilaveten birkaç maruzatım daha var sevgili torunum. Yarına (geleceğe) mektup gönderme girişimi bence büyük bir istikbal vaat ediyor. Bugüne kadar pek çok iş kurmuş, batırmış yine de ailesini yaşatacak güce erişmiş, tecrübeli bir girişimci olarak müteşebbis ruhumun sesine –finale bu denli yakınken– kulak veremeyeceğim, maatteessüf. Ama bence sen verebilirsin! Genç yaşlar; denemek, yanılmak, muhayyilenin açığa çıkmasına mahal tanımak, fikir tohumlarını hayat aynasında suret bulmaları için halı serip davet etmek açısından muazzam bir araf ve fırsattır.
Bu araf seni çoğaltır, kaynatır, taşırır, pişirir, olgunlaştırır, tokatlarını ziyadesiyle atar ve hata yapmaya münhal bir alan sağlar ki işte bu, deneyimlerin en hasıdır. Böyle, hata yaparak öğrendiğin hayat pek el işidir evladım.
Şunu söylememde çekince yok: Hayat mekteplerde değil bizzat içinde yaşayarak tatbik edilir. Empoze edilense, tecrübe edinmeye değil zihinde istif etmeye yöneliktir; ah bu vesileyle aklıma köy enstitüleri geliyor fakat bu çok eski ve acı bir hikâyedir… Başlangıcı müthiş parlak, keza gidişatı… Fakat muvaffakiyeti hasebiyle yaşamasına izin verilmeyen kıskanılası bir doğumdu!
Her neyse… Bu yarayı deşmeden geçeceğim; merak edersen araştır! Keza bu da kötü bir mirastır. Diyeceğim şu ki sistem, tecrübe edinmeye değil istif etmeye yöneliktir. Mümkünse akıllar tatbike, pratiğe, sezgiye hizmet etmemeli, kalpler arzuyla ışıldamamalı! “Muktedirin” emeli budur! Arzuyu öldürmeye çalışanlar, genelin mutlu ve üretken olmasını istemezler. Çünkü mutluluk içinde özgürce çağlayan kalplere ve beyinlere hükmetmek, pek zordur evladım.
Demem o ki fikirlerin fikir doğurduğuna, olmazın oldurulduğuna, hayalin gerçeğe, batının zahire dönüştüğünü görecek kadar uçurum zamanlara tanıklık etmiş bir ölümlü olarak, geleceğin çok hızlı terakkilere gebe olduğunu kuvvetle seziyorum… Biraz da korkuyorum.
Belki de sizler uçan arabalara binecek, arabalarınızın kapısını bakışlarınızla açacak, rüyalarınızda tedris ve terbiye edilecek, sevdiğiniz insanın kan testini parmakla yapacak, cinsiyetin keskin kutuplarından nihayet sıyrılacak, kitap okumanın en hızlı şekillerini keşfedecek, evinizin elektriğini dışkılarınızın gücüyle tesis edecek, her türlü deneyimi, evinizin sıcak ortamında tecrübe edebileceksiniz.
Bunların belki de çoğu arzulanası şeyler, korkulası değil. Fakat korkum şu ki her şeyi ikinci elden tecrübe etmeye öylesine alışacaksınız ki ilk el tecrübeler zamanla size çiğ bir lezzet verecek. Hayata çıplak elle değil de eldivenle dokunmaya öyle alışacaksınız ki gerçeğin ne hissettirdiğini zamanla unutacaksınız. Nesillerin devamındaki duygu ve deneyimler zamanla genetik eğilimler yaratacak, gerçeklik algısı da böylece dejenere olacak.
Aklımda, gelecekle ilgili uzunca bir liste var ama şimdi bunları sıralayarak ben bilirimci bir gövde gösterisi yapma zamanı değil.
En büyük dertlerimden biri sana, ölümlü hayatın sonsuz akışını birazcık olsun hissettirebilmek evladım. Kullandığım şu tapon dilin seni yorduğunu tahmin edebiliyorum. Özür dilerim! Aslında bunu bilinçli yaptığımı belirtmem gerekiyor.
Senin zamanında insan etkileşimlerinin resimlerle, bakışlarla, kodlarla ilerleyeceğini kolayca tahayyül ediyorum. Benimkisi cılız bir çırpınış, Nuh Nebi’den kalma bir tavır, hatta senin gözünde sefil bir çaba veya anış... Fakat bu gayretle üzerinde titrediğim mesele, insanlık tekâmülünün fazlarına ilişkin müşahitliktir.
Naçiz bir çabayla, arzu ettiğim denli usturuplu bir ritim tutturamasam da bir zamanlar insanların dille nasıl etkileşim kurduğunu ucundan kıyısından hisset istedim yavrucuğum. Elbette ki şahsi kelime haznemin terkibi izin eylediğince.
Binaenaleyh insan; geçmişine, geçmişindeki kelimelere, kelimelerdeki anlamlara, anlamlardaki nüanslara, nüanslardaki ince ruha şahit olmalı. Bu nüanslar, insanlık ruhunun yıllar boyunca değişen katmanları arasındaki incecik köprücükler, naif kanalcıklar olup ihsas ettiği duygular, anlamlar, manalar itibariyle büyük ruhun sözlü tekâmülüne işaret ederler evlatçığım.
Ezcümle, kökeni ne olursa olsun soyunun bir zamanlar kullandığı kelimeleri ve onların titreşimlerini fark etmek; insan bilincinin zaman karşısında değişen özünü hissetmene yardımcı bir vesiledir yavrum!
Doğumundan önce nerede olduğunu bilmediğin, işgal ettiğin vücudun işi bittiğinde de nereye ilhak edileceğini bilmediğin bir özle var olmaya çalışmak, aslında yukarıdan bakıldığında nasıl da beyhude bir çaba olarak görünüyor değil mi? Yine de zaman denilen gaip ipin üstünde yürüyen insan isimli cambazların elden ele meşale verişlerini görmek bir tür zamansızlık ve ölümsüzlük değil midir sence de? Tıpkı şu an bu satırları yazarken hissettiğim gibi.
Bu arada aman ha “yavrum, evladım” hitaplarını küçültme, küçümseme emaresi olarak algılamayasın. Tamamen evcil, insiyaki seslenişler. Ayrıca bu hitaplar, tahmin edeceğin üzere varlığını kendime ait bir sürgün, bir filiz olarak görmemden kaynaklı, tuhaf bir geleceğe uzanma duygusunu da bünyesinde muhafaza etmekte.
İnsan yaşlandığında, geleceğe uzayan köklerinden mistik medetler umuyormuş.
Velhasıl kelam, umut güzel şey torunum!
Kelimelerden girdim umuttan çıktım Can’ım.
Fakat sana ne iş fikri ne de kullanılmayan kelimeler ilham etmek gayesindeyim! Maksadım, müphem ufuklara ışık tutmak. Bu ışıklar ki aslında hayatın anlamının ne olduğunu ancak son senelerinde öğrenmiş bir dinozorun basit idrakleri. Aslında gözler önünde olan gerçekleri, yollar ve yıllar sonra anlamak nasıl acı bir mukadderat! Fakat görünen o ki mutluluk denen olgu, insan neslinden her sene uzaklaşıyor.
Diyeceğim şu ki eğer imkân olsaydı, sana en çok mutluluk bırakmak isterdim. Her türlü malı, mülkü, patenti, taşınır taşınmaz ticari değeri miras bırakabilmeme rağmen en kıymetli varlığı yani “mutluluğu” miras bırakamamak bence çok büyük bir hayat dersi!
Şimdi doğal olarak şunu soracaksın: Mutluluk nasıl bir şey ve ona nasıl erişilir? Sana tarifini verebileceğim bir terkibi yok. Ona ulaşmayı bütün yüreğinle istemen, araman, keşfetmen, bulduğunu fark ettiğinde de beslemen ve özenle muhafaza etmen lazım gelir. Fakat sana bir müjde! Onu bulduğunu anlamanın yolları var!
Ne zaman ki bir işi yapmaktan, bir insanı görmekten, bir yerde bulunmaktan ötürü gözlerinin feri, yüzünün şavkı çağlayacak, gamzelerin gülmekten çukurlaşarak ağrıyacak, kalbin yerinde davul gibi gümbür gümbür atacak ve başının üstündeki insani hare, parıl parıl parıldayacak; o zaman bil ki mutluluğa yaklaşmışsın.
Bunlar bedeninin verdiği bariz işaretler olacak, müsterih ol. Bulduğunu sandığın ama işaretlere erişemediğin zamanlar, seçimlerini ve vaziyetini tekrar değerlendirmek için vesile olmalı evladım. Zira mutlu olduğumuzu sanarak nefsimizi avuttuğumuz zamanlar gençliğimizin heba olduğu menfur anlardır. Zamansa en kıymetli ve ikame edilemez kaynak!
Mutluluğu bulup sahip çıkmadığında, onu elinde tutmak üzere nefsini eğitmediğinde; onun gayet uçan ve kaçan bir nüve olduğunu belirtmem gerekiyor. Bir kuş erbabı gibi boğmadan, sıkmadan fakat kaçmasına da mahal vermeden elinde tutmak; doğaya hak ettiği kıymeti iade etmek! İşte bütün mesele bu yavrum!
Canım evladım; aslında en büyük maruzatım mutluluk konusunda! İnsanlar –şansları varsa ve isterlerse– alametlerini biraz evvel sıraladığım mutluluk hallerini, kalplerinin ortasında bir yerlerde fark edebilirler.
Doğaya aidiyetle müsemma bu mutluluk mucizesinde akıl, vicdan ve kalp müşterek hareket eder. Lakin hangi saikle olursa olsun başvurulması gereken yegâne merkez kalbin ortasıdır yavrucuğum. Orası en doğru sesi çıkarır. Kenarı değil Can’ım, tam ortası, unutma bu mühim!
Bu “orta yer” her daim peşini bırakmayan halis sesin membaıdır aslında. Doğru sesin yegâne menşei burasıdır. Tam kalbinin ortasından gelen bu ses, cesur ve hakiki bir sesleniştir.
Bu ses ki mutluluğun baş müsebbibidir.
Gençliğimde, bu sesi zaman zaman duyardım. Meğer o, bedenimin tanımlayamadığım bir köşesinden, varlığımın en bakir kaynağından gelirmiş. Fakat zaman zaman bu sese bir parazit musallat olurdu. Zihnimin; isteklerimden, ihtiyaçlarımdan, hayallerimden ya da duyduklarımdan arıttıkları, geçmişten arta kalanlara bulanıp benliğini kaybetmiş sentezlere dönüşürdü. Bu dönüşenin, diğer sese yaptığı muhalefet ciddi bir ikilemdi.
İkisi arasında kalıp safını değil de alengirlisini seçtiğim çoktu. Böylece aslında kalbimin istemediği kararlar vermeye başladım. Hepsi görünüştü makul, mantıklı ve genel geçere uygun kararlardı. Bol takdir görüp çok para kazanmama, itibarıma ve hayatın bana sunduğu güvenli koşullara rağmen üstümden ne yapsam atamadığım kalın bir ölü toprağı vardı. Yaptığım hiçbir şey, beni yeterince mutlu etmiyordu. Adını koyamadığım bir şey eksikti ama neydi?
Anladım ki ölçek buydu yavrum: Aldığın önemli bir kararın sonunda her türlü acıya, sıkıntıya, eziyete rağmen yine de mutlu musun evladım?
Vereceğin evet ya da hayır cevabını çokça düşün!
İşte sana vasiyetim: Önce geçmişin izini sürüp atalarını tanımak ve akabinde kalbinin ortasındaki en muhlis sesi takip ederek mutluluğun peşinden koşmak. Arayıp bulduğunda da dört kolla sarıp sarmalamak, canım evladım!
Bu pek kıymetlilere ulaşmanı bütün varlığımla diliyorum.
Ve son temennilerim: Yaşamına cesaretle, bilgelikle, vicdanla, bol ve iyi talihle devam etmeni diliyorum evladım. Şu an sana üflediğim nefesin rayihaları, eminim ki otuz sene sonra tatlı bir rüzgârla evinin camından girip seni bulacak ve kulağına kalbimin sesini fısıldayacak.
Derin şükran ve sevgimle yavrum.
Deden Kamil İhsan
E-Bülten
Bültenimize abone olun ve en yeni güncellemelerimizi doğrudan gelen kutunuza alın.
Yorum Bırakın