BENDEN SELAM SÖYLE / Janset Karavin

  • Paylaş:
post-title

Janset Karavin

BENDEN SELAM SÖYLE

Son İnsan’a yazmayı esasta bir hayalimi, fikri tohumlamak için kabul etmiştim. Anadolu’nun Anadolu’dan fazlası olduğuna inanarak, birleştirici unsur olarak ırksal bir dayatmayı bagajında taşıyan egemen bir devleti, egemen bir bakışla iteklemeyi değil, “fluid-nationalism” ya da “çoklu milliyetçilik” esasından yola çıkarak, coğrafya ortaklaşması temelinde ortak yaşam ve varoluş çıkarlarından güç alan ve böylece bir gelecek hikâyesi kurgulayan bir akıl yaratmak…

Gelgelelim ülkenin gündemi öylesine hızlı ve dağınık ki çok kez amacımın dışına taşmak mecburiyetinde kaldım. Kimi zaman da taşıp, değinerek yatağına geri akıtmaya çalıştım yazımı; gene öyle yapmaya çalışacağım çünkü “gündem” bence konuşulması elzem sorunlarımızı ötelemek, örtmek için bıkmak usanmak bilmeden servis edilen muhtelif rezilliklerden ibaret. Söz uçacak ve yazı kalacak. O zaman geleceğe fısıldayalım. Umut olsun, yüreklendirsin.

Önce benden selam söyle Konya’ya madem öyle…

Ülkenin doğusu depremde yıkılmış, yüz binlerce insan göçük altında kalmış, resmi açıklamalara göre bile on binlercesi ölmüş. Akla sığmaz rezillikler yaşanmış. Milyonlarca insan evinden, işinden olmuş yakınlarının, sevdiklerinin, kendi canlarını kurtarabilmiş de şanslıysa göç etmiş, ediyor. Akıl almaz acılar çekilmiş, çekiliyor. Deprem şöyle dursun, yirmi yıldır aklımızı kafatasımızda güç bela tutuyoruz, milyonlarca dolarımız kayıp, anayasamız paçavra edilmiş, milyonlarca düzensiz göçmen gelip komşumuz olmuş, soğan patates mafyası çökertilmiş çok şükür ama yaza beklenen domates fiyatı minimum 100 lira…

İşte bu ahval ve şerait altında dahi Selin Ciğerci, memleketi Konya’da yeni bir şubesini açıyor güzellik merkezleri zincirinin ve toplaşan “öfkeli kalabalık” Konya’dan defol, Ya Allah, Bismillah falan filan diye böğürüyor.

Müsaadenizle “sert iniş,” pardon dalış yapacağım…

Alışacaksınız. Lamı cimi yok kardeşim: AAA LI ŞAA CAK SII NIZ! “Biz” de varız ve buradayız, “buralıyız,” şu evde oturacağız, bu sokakta. Bizim mahalle dediğiniz o mahalle aynı zamanda da bizim. Dünyanın her yerinde bu böyle; heteroseksüel insanlar var, homoseksüel insanlar var, biseksüeller, aseksüeller, transseksüeller, lezbiyenler var, geyler var, interseksüeller var, panseksüeller var… Metroseksüellerin konumuzla ilgisi yok ve bu insanlardan oluşuyor toplum. Türkiye halkı da bu insanlardan oluşuyor. Sen bir tarafını yırtsan da “istemezük” diye, “yassah” desen de ve hatta asıp kessen de bu evveli ahir böyleydi, ezele kadar da böyle sürüp gidecek. Sen, ben ve hatta torun torbalar, onların yedi göbeği geçip gideceğiz hayattan ve yeni gelenlerin dünyasında da bu böyle olacak. Allah’ı bilmem ama doğa böyledir; umursamaz. Dolayısıyla alışacaksın, elin mahkûm. Bugün olmazsa yarın, yarın olmadı haftaya, senesine. Ayak mı direyesin tuttu; o zaman gelecek yüzyıla ya da bin yıla alışacak senin zürriyetinden, cibilliyetinden gelen kim varsa o gün. Gel, yorma kendini de bizi de, yük olma bu ülke için çözülecek tonla sorunu, yapılacak binbir işi olan insanları, alış. Su ılık, boyumu da geçmiyor bak. Gevşe, kimse gelip seni zorla “ibne” falan yapmayacak; biz senin gibi değiliz, dayatmıyoruz, yaşamak istiyoruz sadece. Sen de yaşa gönlünce, bırak biz de yaşayalım.

Biraz edebiyat parçalayalım gelin, şimdi de Anadolu’ya selam sarkıtalım…

Kuramsal metinler okumaktan haz etmem çokça. Okurum ve fakat hakikaten kendimi okuyabilecek tavda, keyifte, zihin açıklığında hissetmem şart. Ben kurgu metinleri severim. Kurgunun yanı sıra da yaşanmışlıkların süzüldüğü, belki yer yer kurmacayla harmanlandığı metinler en sevdiklerim. Hayatın küçük şeylerle döndüğünü düşünüyorum çünkü. Bütün bu “küçük şeyler” edebiyattır. Bizde yazık ki “edebiyat parçalama,” derler boş konuşuyorsun demek maksadıyla, oysa edebiyat akademinin önemsemediklerini, o kuramsal metinlerin görmezden geldiklerini, istatistiklerde yok varsayılanları, bir evin, bir ailenin, bir insanın içindekileri döker kucağımıza. Edebiyatın “küçük şeyleri” gereksiz değil bir kültür yaratımı için olmazsa olmazdır. İnsanlar yaşar ve insanlar yazar. Yeryüzünde ne yapıldı, söylendi, yazıldıysa hepsinin yaratıcısı insan. İnsana kulak vermektir edebiyat.

Dahası bazen tarih, insanı ıskalar. Tarih bilim midir, değil midir tartışıladursun, ben onu bilir onu söylerim; tarih egemen otorite için her daim bir mitoloji yaratma aracı olarak güçlü bir enstrüman olmuştur. Bugün de bu böyle istisnalar hariç. Oysa edebiyat, tarih kadar elde tutulabilir değildir, yaramaz çocuktur, asidir. Basittir çünkü, çünkü bir kâğıt ve bir kalem yeter yalnız bir insana edebiyat için ve basit şeyler, küçük şeylerdir derdi. Dünyada büyük büyük insanlar, büyük büyük işler yaparlarken küçücük hayatlarında küçücük mutluluklar, daracık sevinçler, kimsenin işitmediği acılar yaşayan insancıkları edebiyat hatırlatır bize.

Mesela okulda hepimize şöyle öğrettiler; Almanlar yenilince biz de yenik sayıldık! Tüh be! Tam da burçlara bayrağı dikmek üzereydik oysa. Oysa bizim için her şey yolunda gidiyordu. Ah o Alaman gâvuru yok mu o! Hep o Limon mudur Liman mıdır ne, von Sanders Paşa bunlar.

Tarih savaşı yazdı, savaş planlarını, büyük komutanları, “denize dökülenleri,” düşen, geri alınan, “fethedilen” şehirleri, “fatihleri” yazdı. Hasbelkader “kaybeden” ya da “kazanan” tarafta olmuş insancıkları ancak “büyük kahramanlık” etmişlerse aldı, parlattı, şişirdi, cilaladı ve ancak masalsı, destansı birer figür olarak önümüze koydu satır aralarında. Büyük kahramanlık yapan çıkmamışsa da kendi uydurdu bir kahraman; adına Memet dedi, Hasan, Hüseyin dedi, Fatma dedi, diye diye kafamıza kaktı. İçimizi, insanlığımızı kuruttu.

Peki o Memet, o Fatma kendi dile gelip de anlataydı başına gelen işleri büyük insanlar, pek mühim savaşlarda, tarihi değiştiren zaferler kazanıp kaybederken, nasıl olurduk bugün acaba? Ne düşünürdük, nasıl yaşamayı seçerdik? Ders alır mıydık hatıralarından biz gibi insancıkların? Bundan hep korktu o “büyükler,” hep kendileri anılsın, hep zaferleri ezberlensin, geçit törenleri düzenlensin, heykelleri dikilsin, çelenk bırakılsın, dediklerinden çıkılmasın istediler, istiyorlar.

İşte öyle “büyüklere kâbus” bir kitaptan azıcık bahsetmek istiyorum size bu “çoklu milliyetçilik” ve Anadolu fikrine ilikleyerek. Dido Sotiriyu’nun “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” kitabından. “Matomena Homata” Kanlı Topraklar, kitabın orijinal adı. 1962’de yayınlanmış. Ben geçende okudum, yanisi “zamansız” bir metin bu. Onlarca dile çevrilmiş, yüzlerce baskı yapmış bugüne dek. 70’lerde bize gelmiş, tıpkı 80’lerde gelen televizyon gibi. Epey okunmuş, sevilmiş ve 82’de Abdi İpekçi Türk-Yunan Dostluk Ödülü’ne layık görülmüş.

Dido Sotiriyu 1909’da Aydın’da doğmuş. Çocukluğu Aydın’da geçmiş fakat 1922’de, henüz 13 yaşındayken (kuvvetle muhtemel Büyük Taarruz arifesinde) Yunanistan’a, amcasının yanına gönderilmiş daha sonra göç yollarında onu takip edecek olan ailesince. Memleketinden göçmek zorunda kalmanın yarattığı sıkıntılarla geçen gençliği onu bir kadın olarak kadın hakları konusunda mücadeleye meyyal kılmış. Ailesinin karşı çıkmasına rağmen üniversiteye gitmiş ve öğretim üyesi olup 40’lı yılların Nazi işgali sırasında yeraltı basınında direnişçiler arasında adını duyurmuş. Yazık ki 2004’te hayata veda etmiş.

Özellikle siyasetçilerin kürsülerden en sevimli maskelerini takarak dem vurdukları barış, kardeşlik, birlikte yaşam kültürü gibi altını oya oya bir türlü deviremedikleri, içini boşaltamadıkları kavramların “sahiciliğini,” üstüne yığılan milliyetçilik çamurunu sıyırarak gösteriyor Sotiriyu. Nasıl göz alıcı parıldıyor bir arada yaşamak, dostluk ve o kopmaz bağ bir örnek vereyim.

“(…)

Gölgeler gidip geliyor gecenin içinde. Saldırmalar bir vuruşta kelle uçuruyor. Ter içinde bedenler, kudurgan bir hınçla aralıyor genç kız bacaklarını ve bu lanetli aşkı tamamlamak için de lekesiz göğüslere bir bıçak saplıyorlar… İnsanlar! Siz bu dünyadan değil misiniz! Hangi şeytan teslim alıp öldürdü ruhunuzu?

Karşıda… Küçük Asya kıyılarında… minicik ışıklar yanıp sönüyor ve kocaman gözler var, yanıp sönen… karşıda. Ve tertemiz evler var… Gizli deliklerde paralar yanıp sönüyor, ikonostazda gelin güvey taçları. Mezarlarda atalar yanıp sönüyor… Göz kırpıyor sırayla karşıdan… Küçük Asya kıyılarında, evet, karşıda… çocuklar, akrabalar, dostlar bıraktık. Gömülmemiş ölüler, barınaksız diriler bıraktık ve şimdi hayaletler misali, oradan oraya savrulan düşler… Küçük Asya kıyılarında evet! Daha dün yurdumuz olan karşıda…

Dipsiz gecenin içinden, tanıdık gölgeler kayıp geliyor… Kirliceliler ve Şevket… İsmail Bey, Kerim Efendi, Şükrü Bey… ve Ali Dayıyla kızı… Boşuna!.. Hiçbiri imdada koşamaz artık… Yıkılıp gitti her şey!

Yeknesak çan sesleri işitiyorum. Devenin o yumuşak, o edalı yürüyüşüne işarettir bu çan sesleri! Hörgücünde üzüm küfeleri, kuru incir sandıkları ve zeytin çuvalları, pamuk ve ipek balyaları ve gülsuyu küpleri ve şarap fıçıları taşıyıp gelen devenin!

Deveci heyyy! Kulağında karanfil, nereye gidiyorsun? Beni de al yanına! Geliyorum işte, bekle! Ve boşu boşuna haykırıp durma o güzel türküyü: Yüreğini sımsıkı kapamış herkes, işitmiyorlar!

Şevket! Tanımadın mı yoksa beni? Ben, senin dostun… ben, senin arkadaşın! Yıllarca birlikte gülüp beraber ağladık… Ne yapıyor Şevket? Ah Şevket; Şevket!.. Vahşi birer hayvan kesildik! Karşılıklı hançerledik, paramparça ettik yüreğimizi! Durup dururken!

Ve sen… Kör Mehmet’in damadı. Hele sen! Neye öyle tiksinerek bakıyorsun yüzüme? Öldürdüm evet seni, ne olmuş! Ve işte ağlıyorum… Sen de öldürdün! Kardeşler, dostlar, hemşeriler… Koskoca bir kuşak, durup dururken katletti kendi kendini!..

Bütün bu çekilen acı, bir kötü rüya olsaydı ah!.. Ve yan yana… omuz omuza verip yürüseydik tarlalara yeniden! Saka kuşlarının türküsüyle şenlenen ormanlara doğru yürüyebilseydik! Ve her birimizin sevdiceği kendi kolunda, çiçeklere bürünmüş kiraz bahçelerinden gülümseyerek çıkıp, yan yana eğlenmek üzere…şenlik meydanlarının yolunu tutabilseydik!..

Anayurduma selam söyle benden Kör Mehmet’in damadı! Benden selam söyle Anadolu’ya… Toprağını kanla suladık diye bize garezlenmesin… Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların, Tanrı bin belasını versin!

(…)”

Kitabı bütün bütün anlatıp da okumak isteyeceklerin hevesini kursağında bırakmak istemiyorum ama romanın kahramanı Manoli bugünkü Şirince köyünde yaşayan Rum bir çiftçi ailesinin çocuğudur. Balkan Savaşı patlak vermezden evvel mutlu mesut, barış içinde yaşayan Rum, Türk, Ermeni halk birden “zenginliğimize sahip çıkalım, bu vatan bizim, gâvurlar def olup gitsinler,” kışkırtmalarıyla birbirlerine bilenmeye başlarlar. Tam ortalık duruldu, yaralar sarılacak, hayat olağan akışına dönecek elbet denirken 1. Dünya Savaşı patlak verince karga tulumba askere alınan gayrimüslimler önce cephe gerisine angaryalara koşulur, derken savaş kaybedilmeye başlanınca ön saflara iteklenerek kaderlerine terk edilirler.

Manoli kaçak olur, yakalanır, âşık olur, cepheye sürülür, Osmanlı ordusundayken kendini Yunan ordusunda bulur, gene savaşır, kazanır, yenilir, yaralanır, kaçar…

Sotiriyu, Manoli üzerinden bizim “kahramanlarımız” olan “küçük insancıkların” nasıl da körüklenen milliyetçilik zehrine maruz kaldıklarını, nasıl insanlıklarını yitirdiklerini, hayatlarının alt üst oluşunu, bütün bir coğrafyada, Anadolu’da yaşanan rezil, soysuzca savaşı ve ilikleri donduran yakıcı neticelerini gene o küçük insanların gözünden aktarıyor ustalıkla.

Bütün bunlar olurken bitmek bilmez bu savaşın hayatlarını kemirdiği askercikler dostça yaşadıkları halkların bu hallerine anlam verememeye, köy özlemi çekmeye ve düşman kim sorusunu sormaya başlarlar…

Lütfen okuyun kitabı. Zorlansanız da, katlanmakta güçlük çekseniz de okuduklarınıza, bunu iyileşirken sızlayan bir açık yara varsayın, zorlayın kendinizi. Kaybetmeyeceksiniz. Kaybedeceğiniz hiçbir şeyiniz yok aslında sizi nefrete, savaşa cepheye yollamak isteyeceklerle kıyaslanınca. Oysa kazanacak koca bir gelecek var hep beraber durunca fırtınaya karşı.

Bugün ben de aynı soruyu soruyorum: Düşman kim? Senin gibi her sabah erkenden kalkıp işe gitmek zorunda olan, her sabah bir evvelsi gün topladığı çalı çırpıyla o sobayı yakmak zorunda olan, o tarlayı ne yapıp edip sürmek, sulamak, o ürünü hasat etmek zorunda olan, ekmeğinin, canının derdindeki Erivanlı Sevag, Atinalı Takis, Sofyalı Dimitri, Bükreşli Stephen, Şamlı Hubeyb, Diyarbakırlı, Edirneli, Nevşehirli, İzmirli, Rizeli, Çorumlu, Erzurumlu, Kütahyalı Murat, Baver, Uğur, Yasemin, Kemal, Aliye mi?

Biz miyiz bize düşman olan, yoksa düşman olmamız mı isteniyor birbirimize?

Resimler
E-Bülten

Bültenimize abone olun ve en yeni güncellemelerimizi doğrudan gelen kutunuza alın.

Yorum Bırakın