JANSET KARAVİN
KIL ÇADIRDAN REZİDANSA
Ne söylesem boş. İki haftadır konuşulmayan kaldı mı depremin ardından…
İçim daralıyor, uykularım kaçıyor; kendim, yakınlarım, sevdiklerim, tanıdıklarım, geleceğimiz için endişelenmekten yaşayamıyorum tıpkı sizler gibi. Gel gör ki bir şeyler de söylemek yükünü hissediyorum omuzlarımda; boğazımdan geçerken düğümlenen lokmanın karşılığı gibi görüyorum bu işi. Ben yazayım da kimi çıkıp terbiyesiz, ahlâksız, namussuz, adi desin; kimi kulak kesilip dinler belki.
O kadar özen gösterdim ki yaşanan felaketi inanca, inanç eksenli kurgulanmış yaşamak bakışına bağlamadan; seni, beni ayırmadan görmek için, karşılığında işittiklerimden sırf bu yüzden bin kat daha yaralandım. Alışkınım gerçi “çapulcu,” “sürtük,” “terörist,” denmesine yüzüme tüküre çemkire ama onca sakınıyorken lafımı, onca önce insan demeyi önceliyorken Müslüman zihnin durduğu yerden kıpırdamaya bile tenezzül etmeden aynı ayrımcılığı, kutuplaşmayı körükleyen ağızla bağırıp çığırması, her durumda propaganda imkânı görmesi beni çileden çıkarıyor.
Net ve dimdik aklımdan geçen şudur: Kıl çadırdan rezidansa, Tengri’den Allah’a bir ulusun gümbür kambur yıkılışına tanıklık ediyoruz. O kadar üzülüyorum ki kelimelere dökebilecek miyim bilemiyorum. Deneyeceğim…
Hadi diyelim ki Türk-İslam sentezcisi şaklabanlar haklıydı ve 1071’de, yaklaşık bin (1000) yıl önce açtık Anadolu kapılarını, geldik oturduk. Tut ki “kurgan teoricileri” haklı; 10, hatta 15 bin yıldır Türk yurdudur Anadolu; ne zaman “yerleşeceğiz?” Yerimiz mi dar? Neden bir türlü yerleşemiyoruz? Geçiyorduk uğradık mı; yolculuk nereye?
Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi tezinin karşısında merkeziyetçilik tezi duruyor ve şu günlerde yazık ki sınanıyor. Depremin bir felakete evrilmesinin nedeni apaçık merkezileşme aklı; yerel yönetimler ve bağımsız birimler, hatta stk’lar çaresiz kaldılar. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi lafzından benim anladığım mümkün olan en küçük ölçekte örgütlenmiş insanların bu yapıları bir üst örgütlenmeye taşıdıkları ve bunun silsile halinde devasa bir federatif (bileşik) organ oluşturması. Elbet böyle bir yapılanma oturtulabilmesi yerleşiklikten geçiyor en başta ve biz hâlâ yerleşemedik. Önce gidilecek başka bir yer olmadığını kavrayıp içselleştirmeye ihtiyacımız var. Resmi ideoloji engel oluyor buna Türk-İslam sentezi masallarıyla. Fetihler, fatihler, kahramanlar yaratarak işkembeden. Yok öyle bir dünya! İnsan yaşamak için gerekeni yapar, yapıyor ve yapacak. Mit yaratımı yapay algıların inşasının vazgeçilmezi sadece, insan olmanın, “iyi bir insan” olmanın değil.
Yaşamı kutsamayı, yalnız ve sadece yaşamayı, iyi yaşamayı, güzel yaşamayı, gönlünce ve bir arada yaşamayı öncelemeyi başaracak insanları artık masallarla uyutamazsınız.
Soru basit ve fakat sorması güç, tek bir sorudur: Ben, neden daha iyi yaşayamıyorum? O kadar. Gerisi boş. Bundan başka söyleneceklerin hepsi boş. İçim daralıyor, uykularım kaçıyor; kendim, yakınlarım, sevdiklerim, tanıdıklarım, geleceğimiz için endişelenmekten yaşayamıyorum.
Duvarlar üstüme üstüme geldikçe yaşadığım evdeki çatlaklara bakıyorum. Evet, çatlaklar var duvarlarda. Boydan boya uzanan çatlaklar bana bakıyor, ben onlara. Uzanıp yatağıma tavanı seyrediyorum; ne zaman üzerime çökecek, beni gömecek diye.
Çatlaklardan ışık sızdığını görüyorum rüyamda. Parlak sarı bir gün ışığı. Sesim çıkmıyor bağırmak istediğim halde. Hiçbir şey göremiyorum çatlaklardan sızan gün ışığından başka. Sonra sesler ilişiyor kulağıma ama anlayamıyorum ne söylediklerini. İnsan sesleri bunlar; bir bildiğim bu. Bu seslenenler insan.
Bir köpek havlaması bastırıyor bütün insan seslerini sonra ama onu da tanıyamıyorum; sadece bir köpek. Neredeyim, neden buradayım, ne yapıyorum ve hangi “zamanlıktayım” bilmiyorum. Derken birden çatlaktan sızan günışığı üzerime dökülüp içime içime doluyor, gözlerimi acıyla yummaya çabalıyorum fakat toz ve taş batıyor gözbebeklerime.
Rüyada bilir ya insan; “düşbilgisi” derim ben ona; arıyorum bu düşün bilgisini aklımın raflarında cilt be cilt, yok! Ölmüşüm de gömülmüşüm ya da öldüm sanılmış da mezara yatırılmışım ve fakat bu korkunç hatanın farkına varılmış, kurtarılmak üzereymişim, diyerek bir tahminde bulunuyorum. Az sonra kurtarılacağım düşüncesi bağlıyor beni yaşama; daha geniş soluyorum o istençle.
Derken birden çatlaktan bir el uzanıyor, yüzümü gözümü yokluyor körlemesine. Dudaklarıma değdiğinde sıcak parmaklar, ağzımı güçlükle aralayıp dişlerimi geçiriyor, var gücümle sıkıyorum yakaladığım eti. Canlı olduğuna dair bir kanıt olarak kan arıyorum onda, kanatmak istiyorum onu, bir işaret vermek, bir iz bırakmak. Midem gurulduyor. Kendimden tiksiniyorum, kanın tadını hatırlıyorum, kokusunu; kendimden tiksiniyorum, tiksiniyorum, iğrençsin diyorum yüzümü buruşturarak.
Işık sarıya boğuyor dört bir yanımı ben hazır buruşturmuşken suratımı, kollarımdan tutup çekiyorlar beni güneşe doğru, yüzümde bir sıcak ıslaklık hissediyorum dişlerim kasılı, çenem kilit, ağzımdan kan sızarken boynuma doğru. Sıcak ve ıslak, bir daha, gene derken bir havlama uğulduyor kulaklarımda. Zorla aralıyorum gözlerimi, uyanıyorum. Ben ayılırken yatak geliyor, yastık, nevresimler, karşımdaki pencereyi örten perdeler, tavandan sarkan lamba ve köpeğim Lola, dikilmiş başımda.
Bu sabah da ölmemişim. Ölmemişsem, yaşamışım demektir dün de. Bakalım bugün hayatta kalabilecek miyim ya da hangi odada, saat kaçta, ne yaparken…
Bu haletiruhiyede kıvranırken her gece, küfür yemek, kaderiniz buymuş, Allah’tan gelene çare yok laf salataları, başıboşluk, sahipsizlik hissi, çaresizlik, sorumsuzluk, sürekli tekrar; hiçbiri yok gözümde.
Bir insan ölürken yanında bulundunuz mu siz hiç? Elini tuttunuz mu misal, gözünün içine baktınız mı? Bir insanın ölmesi ne demektir, hiç değilse düşündünüz mü oturup ciddi ciddi, anlayabilmek için çabalayarak, içtenlikle?
Yüzbinlerce insan sorumsuzluk, vurdumduymazlık, kadercilik, dolandırıcılık, ahlâk yoksunluğu, fukaralık yüzünden göçük altında ezilerek, ilk an beton bloklar, eşyalar arasında ezilip ölmediyse doğru düzgün ve hızla müdahale edilemediği için saatlerce direndiği halde soğuktan donarak öldü ve “kader planı” söylemi üzerine hakaretlerin bini bir paradan gitti. Madem “siz” göçük altında kurtarılmayı umut eden on binlerce insanın üzerine selâ okutuyorsunuz, göçük altından çıkartılan insanlar taşınırken avazınız çıktığı kadar bağırarak tekbirler getiriyorsunuz kazazedenin sırf bu yüzden şoka girebileceğini, sırf bu yüzden kaybedilebileceğini bile düşünemeden, o zaman ben de artık onca zaman özenli davrandığım halde artık şunu dile getireceğim; “sizin” İslam yorumunuzdaki kader ve tövbe kavramları, depremlerin bu ülkede birer felakete, faciaya, insanlık ayıbına dönüşmesinin temel sebeplerinden biri.
Siz hiç gün gelip öleceğinizi düşünüyor musunuz? Bir kerecik öleceğiniz o ânı hayal etmeye çabalıyor musunuz? Ölüm hakikatiyle yaşamayı taşıyabilmek için uydurduğunuz masallar sizin olsun, öleceğiniz bilgisiyle hayatın, yaşamanın sorumluluğunu sırtlamayı göze alacak yürek var mı sizde? İnsan olmayı taşıyabilir mi omurganız; var mı bir omurganız?
Kıl çadırdan rezidansa, Tengri’den Allah’a bir ulusun kültür emperyalizmi baskısında yozlaşarak, çürüyerek kendi kendisini yok etmesini izlemek istemediğim için, bunu gördükçe beynime ve kalbime saplı birer bıçak kanırttığı için varoluşumu yazmak zorunda hissediyorum bunları.
Depremi, yangını, selleri, ekonomik krizleri, gelir eşitsizliğini, fakirliği, üretimsizliği, eğitim, sağlık, yaşam eşitsizliklerini; her sıkıntıyı aşarız, hiçbir şey, hiç kimse engel olamaz daha güzel bir gelecek kurmamıza, mutlu ve barış içinde biriktirilmiş anılarla geçmemize yeryüzünden. Yeter ki neye, neden ve nasıl inandığımızı; inandıklarımızın düşüncelerimizi, düşünüşümüzü ne biçimde yoğurduğunu iyice bir kavrayalım.
Allah kimi, neden “cezalandırır,” ne maksatla alır canını bilmem; istediğinize inanabilirsiniz benim, başka insanların hayatlarına kastetmediğiniz müddetçe. Ben onu bilir, onu söylerim; bir insanla, bir böceğin ölümü arasında hiçbir fark yoktur doğa için ve bu gözleme dayalı “bilimsel bir bilgidir.” Siz inansanız da inanmasanız da bu bilgiye, bu değişmez. Hakeza bilime inanılmaz, ne diyorsa gereği yapılır, öğrenilir ve bilinir adı üstünde.
Covid salgınını yaşadık. Gözle görülemez covid virüsünden korunmak için neye sarıldınız günde kırk beş vakit? Ne taşıdınız cebinizde, çantanızda? İnsanlık tarihi boyu yeryüzünde tek bir insanın olsun tapındığı tanrıcıkları, onların sözde seslenişlerini, taş tabletlerini, kitaplarını, ibadethanelerini, kutsal mekânlarını, onlara dair her çeşit eşyayı, duayı, çabayı, emeği bir araya getirin. Bütün bunların ve bunlara harcanmış zamanın zerre miskal kıymeti yoktur en çok birkaç dakika içinde uçup gidecek bir sıkım limon kolonyası karşısında.
Ben artık susayım…
“Dünyada her şey için; uygarlık için, hayat için, başarı için en gerçek yol gösterici bilimdir; fendir. Bilim ve fen dışında yol gösterici aramak aymazlık, sapkınlık, bilgisizliktir…”*
*22 Eylül 1924, İstiklâl Ticaret Mektebi, Samsun, M. K. Atatürk
E-Bülten
Bültenimize abone olun ve en yeni güncellemelerimizi doğrudan gelen kutunuza alın.
Yorum Bırakın