Janset Karavin
B PLANI II ya da SÜRTÜĞÜN SEYİR DEFTERİ
Sevgili sürtük, ay pardon günlük,
Bugün evden çıkmadım, telefona bakmadım. Yetişkin olmak çok zor. Bir deneyeyim dedim, uzundur yapmıyordum; hayal kurarak epey eğlenceli birkaç saat geçirmiş bulundum. Bu iyi, içimdeki sümüklü piç sürtük hâlâ delişmen. Doktorun, ölmeyeceksiniz demesi gibi bir şey. Fakir psikoterapisi…
Etraflıca düşündüm geçmişi, yaptığım seçimleri gözden geçirdim. Keşke yazmaktan ve pantomimden başka bir konuda yeteneğim olsaydı, ne bileyim mesela gözüm güzel olsaydı, sesim güzel olsaydı, kafam boş ve dolayısıyla süper ötesi güzel olsaydı. Müslüman mahallesinde salyangozun ta kendisiyim şu halimle. Affedersiniz bok vardı o kadar okudum. Çirkinim diye okudum gerçi, kimse sevmedi diye bu kadar çabaladım. O yanımda gördükleriniz, yani gördünüzse epeydir tanıyıp da beni, beni en çok onlar sevmediler, aşağıladılar bazen ufacık bir sözcükle, bazen en olmadık yerde susarak, kimi de düpedüz kırıp dökerek. Ben de gene affedersiniz bok varmış gibi okudum, yazdım çizdim. Bilmem kaç roman, öykü, şiir yazdım. Eğlenceliydi yazarken tamam da ne gerek vardı. Oysa benden iyi kıvırmam, her şeyde aşırıya kaçmam, bir çeşit şarlatan olmamdı beklenen. Ne gerek vardı bilmiyorum, ben tuttum pantomim yaptım. İnsanlara öğretmeye uğraştım. Durmadım sokaklarda kendi parodilerimi sergiledim yıllarca. Yetinmedim uluslararası bilmem nelere katıldım, Türkiye yazdılar adımın yanına falan; işgüzarlık işte. Yayınevi macerasından hiç bahsetmeyelim…
“En büyük hayalkırıklığımsın Türkiye. Keşke çekip gitseydim seneler önce,” dedim kendime. “Gitseydin!” dedi. Dedim, “İyi diyorsun da kolay mı?” “Zor…” “Eh işte…” “Yapacak bir şey yok.” “Yok,” dedim.
Funda aradı, dertleştik. (Düşündüm, acaba ecnebi olsak “dertleştik” diye ifade edebilir miydim yaptığımızı. İngilizcem kısa düştü, sözlüğü açtım, baktım; ilk karşılık olarak “communicate” yazmışlar, poşet çay bunlar yaa! Sonraki “pour out one’s grief to each other” yanisi iki fakir birbirinin haline… İki çıplak, bir hamam sanki… O bizde genelde kötü duruma düşmüşe bakıp şükretmek şeklinde tersinden olur hani. Diğeri “have a brief chat” ki bu yanlış, iki lafın belini kırmak diyoruz biz ona şekerim. Son karşılık da “have a heart-to-heart talk” kalp kalbe konuşmak gibisine, yakın ama bu da tam olmadı. Ecnebinin dertten, dertleşmekten haberi yok, unutmuş artık.) Neyse dedi ki Funda yazımdan laf açılınca, “Sert yazabilirsin bu arada, bizim için bir sakıncası yok.” “Kim? Ben mi? Sert mi? Emin misin, son kararınız mı?” diye sordum şakayla karışık. “Olan oldu artık, pilavdan dönenin…” dedi, yanisi “Let the spoon of the one returning from the rice be broken.” Bu da olmadı galiba... Bu muhabbet üzerine bir zaman, bir dergiye yazdığım bir yazının şu pasajı düştü aklıma: “Müstehcenliğin ikiyüzlülükle kol kola girip modern kara çarşaf altında, bugüne dek hiç olmadığı şiddetle yüzümüze vurulduğu bu yıkım habercisi çağa karşı daha dik durmalıyız. Koklayın bakın; bu iğrenç koku, yüzyıl boyu bedenimizi kullanarak kendini pazarlayan ulus devletin cesedinden yükseliyor, kahkahalarla içimize çekelim. Dinleyin bakın; bu tiksindirici nefret çığlıkları, yüzyıllar boyu bedenimizi kendi şehveti, politik çıkarları uğruna köleleştiren eril iktidarın hayatta kalma çabasından başka bir şey değil, şefkatle kucaklayalım ve memelerimizle boğalım.” Birkaç yazı sonra sert gelmiş olacağım ki yerime lgbt (sakat) kontenjanından bir şarkıcıyı almışlardı sahneye; Ah İstanbul’u pek güzel söyler; gene söylemiştir tahmin ediyorum, ben dinlemedim. Bir daha alıp okumadım o dergiyi.
Neyse sürtüğüz, sürtüklüğümüzü bilelim, papaz olmayalım yaşarken. Severim, aslında güzelce insanlardır. Sorun bende. Sertim. Sertleşme sorunum yok da diyebiliriz, doğuştan sertim.
Kendimi bu denli hikâyesinden, ülküsünden uzaklaşmış bulduğum, plastikleştiğini hissettiğim, çekip gitmediğime hayıflandığım bu ülke, bu coğrafya üzerine gene de düşünmek, fikir yürütmek, üretmek itkisini nereden bulduğumu, hangi kuytumda üzerine titreyip suladığımı düşündüm. Bulamadım. Vakti zamanında çekip gitmiş eşe dosta, büyüklerimize sordum, danıştım aynı dertten yakındılar. Uzakta ya da tam göbeğinde, mühim değil, “kopuntuyuz” biz. Bir türlü uzlaşamadığımız, uzaklaşamadığımız, bizi öğütmeye ant içmiş bu resmi ideolojinin yalnız ve çaresiz bıraktığı kuşak be kuşak habire kandırılan insanlara bakıp heyecan, umut, gelecek görmekte inat eden hayalperestleriz yazık ki. Oysa ne güzel yaşardık, olsun belki güzel ölürüz diyerek erteliyoruz yaşamayı. Madem öyle sertleşelim.
At kadehi elinden, bin parçaya bölünsün!
Pat!
Ekonomik ve sosyal reformlarla başlayıp kültürel yeniden şekil verme çabasıyla süren Cumhuriyet Devrimlerinin tamamlanamadığını, Mustafa Kemal’in aklında son adım olarak dinde ulusallaştırma hareketi olduğunu düşünüyorum. Uzundur unutulmuş olan ama dinbaz bir iktidarın korkuları arasından çekip alarak küllerinden yeniden doğurduğu “Türkçe ezan” tartışmalarını dayanak alabiliriz bu iddiama. Atatürk ezanın Türkçe okunmasını bu “ulusallaşma hareketinin” kıvılcımı olarak görüyordu. Tekke ve zaviyelerin kapatılması, köktendinci isyancıların öldürülmesi ve/veya sürgünlerinin yanı sıra Diyanet İşleri Başkanlığı eliyle ıslah ettiği (zapturapt altına aldığı) inanç meselesinin olduğu gibi, kendi haline bırakılamayacak kadar tehlikeli olduğunun farkındaydı. Farkında olduğu bir diğer husus da yükselmek isteyen bir ulusun kendi toprağı, kendi dili, müziği, tarihi, kültüründen de öte kendi dini ya da kendi din yorumu olması gerektiğiydi. Muhakkak okumuştu “modern,” laik devletin yolunu açan, 1618-1648 arası süren 30 Yıl Savaşlarını, Vestfalya Anlaşmasını, yankılarını ve oluşturduğu yeni koşulları. Dahası Hobbes’un Leviathan’ınını. Bir parça değineceğim bunlara fakat önce katil kim onu söyleyeyim Yeşilçam geleneğine uyarak.
Biz İslâm’a, Göktengri inanışından da nüveler barındıran, Arap aklının öne sürdüğünden çok daha barışçıl, uzlaşmacı, mantıklı ve kucaklayıcı Anadolu yorumunu basbayağı getirdik ama kendi 30 Yıl Savaşlarımızı yaşamadık, ayrıca bu özgün yorumu resmi ideolojiyle korumadık, aksine onunla adeta mücadele ettik. Bu talihsizliğin oluşturup beslediği Arap “öykünmeciliğini” ve etkisini Anadoludan silmenin tek yolunun İslâm’ı Arap kültürünün etkisinden temizlemek olduğunu düşünüyordu Mustafa Kemal. Bence de haklıydı ve bugün sancısını çektiğimiz de bu sürgit durumdur.
Çocukken “adam asmaca” diye bir oyun oynardık sıkıldığımız derslerde; bilirsiniz. Sırayla darağacının, asılacak madamın, ipin birer parçasını çizerek oynanan bir oyun… İşte şimdi adam asmaca oynuyor olsak ilk çizgiyi, belki darağacının direğini çizmeniz gerekirdi ama birçoklarınız beni çoktan astı, mezarıma işiyor olsa gerek. Türkçe ezan falan dedim. Çok cıs laflar. Parmak sallayın da uslanayım.
Cumhuriyet Devrimlerinden ve Diyanet İşleri aracılığıyla zapturapt altına alınan dinden bahsettim ve öyle sanıyorum ki bu yöntemi kabul ediyor, hatta destekliyormuş gibi bahsettim. Öyle anlaşıldıysam hemen girişeyim; hakiki laiklik, inanç ve fikir özgürlüğü olan bir ülkede Diyanet İşleri ya da benzeri bir kurum olmaz. Böyle bir oluşum ancak o ülkedeki çeşitli inançlara mensup cemaatlerin bir araya geldikleri bir çeşit konfedere sivil toplum örgütü falan olabilir, devletle ilişkisi bir sivil toplum örgütünün sınırları içinde kurulur.
Gelgelelim bir proje olarak ulus devletin bizde iyi-kötü başarıya ulaştığını söyleyebileceğimizi iddia etmiştim geçen yazımda, evet, belki yarı yarıya ulaştı bence. Bu projenin temel argümanları da Hobbes’un siyaset felsefesine oturuyor besbelli. Besbelli diyorum çünkü Hobbes, modern ulus devlet fikrinin ateşleyicisi olan Avrupa mezhep savaşlarının hemen üstüne 1651’de yayımlanan kitabı Leviathan’da şu temele oturttu tüm felsefesini: İnsanlar, güvende olmak için bir arada yaşarlar. Yani insanların bir aradalık için temel itkisi güvenliktir. Otorite meşruiyetini bu güvenliği ve sürekliliğini sağlayarak oluşturur. Bunu başarmak için tehditlere karşı sürgit bir teyakkuz, hatta mücadele, gerekirse çatışma halinde olarak sağlar. Bu Hobbes’a göre “doğa durumu” ya da bitmeyen “Türk tipi beka” mücadelesinde başarı içinse sivil ve dini kurumlar üzerinde mutlak bir hâkimiyet kurarak “bölünmez bir güç” oluşturması kaçınılmazdır egemen ya da putsal ulu devletin. Beri yandan egemen, otoritesini yönettiklerinin iradesinden alır ve bu yetkiyle “onların çıkarlarını” savunur. Tanıdık geldi mi?
Hobbesçu egemen güç doktrini açıkça temsili demokrasiyi işaret ediyorsa da, egemene devredilen yetki ve erkler dolayısıyla halk iradesini tartışmalı hale getirir; salt seçime indirger açıkça. Hani bizim “sandık demokrasisi” dediğimiz o ucubeye. Egemen, ideolojisini eğitim sistemi yoluyla dayatır ve halka şekil verir; makbul vatandaş ya da seçmen yaratır. Bu manipülasyon araçlarına inancı da eklemlediğinizde temelde hiçbir özgürlüğü kalmamış olan halk aslında bir süreliğine efendisini seçer.
Egemenin dini inancı belirleyici olması düsturu Vestfalya Anlaşmasının ardından gelişen bir bakış açısıdır çünkü 30 Yıl Savaşları neticesi hâkimiyeti kırılan Kutsal Roma Germen İmparatorluğu ve Habsburg Hanedanının dayandığı dini retorik Protestanlar lehine parçalanırken bir yandan da Papa’yı anlaşmanın tarafları arasından çıkartarak her devletin egemen olması fikrini sivriltmiştir. Bu egemen devletler dini inancı da belirlemesi bakışı yani “Crius regio, euis religio” kimin iradesi, onun dini düsturu ulus devlet fikrini mümkün kılmıştır.
Özetle diyorum ki bugün Türkiye Cumhuriyeti Devletinin varlık felsefesi Hobbesçu egemen devlet doktrinine dayanmaktadır ve bu bakış açısı doğası gereği sürekli bir gerginlik, öteki, düşman yaratma eğilimindedir. Kuruluş dönemi içinde bir imparatorluğun yıkılıp dağılması travması yaşandığı düşünülürse hoş karşılanabilecek bir yaklaşımdır belki ama bugün dönüştürerek daha kapsamacı, hadi edebiyat parçalayarak söyleyeyim; kucaklayıcı bir tarafsız hatta mikromilliyetçilikle mücadele aracı olarak “fluidnationalism” önerebilecek bir felsefeye ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.
O neymiş fluid muluid diyeceksiniz; çoklu milliyetçilik desek başımız ağrımaz. Yanisi “egemen” bir devlet erki yaratmak yerine geleceğe uzanan bir hikâyeyle “egemen bir bakış” yaratarak egemenliği rksal kökten söküp bu gelecek bakışının etiğine teslim edip denetlemek. Birleştirici kavram olarak bir ırksal dayatmayı değil bir coğrafi birlikteliği önermek.
Oldukça sıkıcı bu yazı, biliyorum. Ancak bu çıkmazı daha net açıklayabilmek ve çözüm olarak gördüğüm “çoklumilliyetçilik” fikrini anlatabilmenin daha eğlenceli bir yolunu henüz bulamadım. Aklıma o meşhur fıkra geliyor, anlatayım mı? Yazı uzadıkça uzuyor gerçi ama belki biraz daha pekiştirici olur.
“Bir yaz günü yaya olarak yolculuk yapmak zorunda kalan üç arkadaş var; biri Türk, biri Kürt, diğeri de Ermeni ve Ermeni olan aynı zamanda bir papaz…
Sarı sıcak iyice bastırıyor, suları da yok. Bir bağ görüyorlar yol üstünde, birer salkım üzüm yiyelim de ağzımızın kurusu gitsin bari, hem parası neyse veririz diyorlar, giriyorlar bağa. Tam yerlerken bağın sahibi çıkageliyor. Bakıyor ki üç kişi üzümlerini yiyor. Üçüyle birden başa çıkayacağını düşünerek bunlar kim diye bir bakmış. İlki üstünden başından belli ki papaz ve Ermeni, diğerinin konuşmasından anlamış ki bu Kürt’tür, üçüncüsünün de kendi gibi Türk olduğunu çözünce hiç dinlemeden anlamadan dönmüş Ermeni’ye, “Bu adam Türk, yesin malımı. Benim kanımdandır. Helali hoş olsun. Bu da Kürt’tür ama din kardeşimdir. Peki, sen niye yiyorsun benim üzümümü?” demiş. Türk’le Kürt’ün gururları okşanmış, bağcının Ermeni papazı bir temiz dövmesine ses etmemişler. İşi biten bağ sahibi bu kez Kürt’e dönüp, “Bak bu adam benim kanımdandır, afiyet olsun ona ama sen hem Müslümansın, hem de izinsiz bağa girip üzüm yiyorsun,” diyerek onu da evire çevire dövmüş, tabii Türk yolcu halinden memnun. Derken bağcı kandaşına bakıp, “Anladık, senle kandaşız, dindaşız ama bana sormadan bağıma girip de…” başlamış onu da dövmeye. Türk yolcu tokatı yiyip yeri öpünce, yerde yatan Kürt’e bakıp, “Papazı dövdürmeyecektik,” demiş.
Teşbihte hata olmaz ama elbette bu fıkrada aslında bağın sahibi yolcular olmalıydı, bağ sahibi de aslında sahip değil, ancak seçilmiş yönetici. Olur o kadar, hepimiz iyive bir kavradık neticede özde söylenmek isteneni.
Hobbes bize bir parça uzak kalıyor, ecnebi ne de olsa; yediğimiz içtiğimiz, güldüğümüz eğlendiğimiz ayrı elin İngiliziyle. Gelin biz Hobbes’un fikirlerini onun bir karşıtı, yıkıcısı olarak kurgulamaya çalıştığı Aristo’ya, onun ne düşündüğüne bir bakalım, belki o bizim dilimizden konuşur.
Hemşehrimiz sayılacak Aristotales insanın tüm eylemlerinin bir “telosu” amacı olduğunu öne sürer. Bu amaç özünde muhafaza etmek ya da değiştirmek olur; bir “şeyi” iyileştirmek, kötüye gitmesinin önüne geçmek ya da dönüştürmektir. Oysa Hobbes bize negatif bir bakışla insan davranışının doğasının kötüden kaçınmaktan ibaret olduğunu söyleyecektir. Telos, yani insanın amacı diğer bireylerle, insani gelişim için bir arada, topluluk halinde yaşamaktır, Hobbes ise topluluk halinde yaşamanın tek amacının tehditlere karşı korunmak ve ölüm korkusundan kaçınmak güdüsüdür.
Özetle Hobbes insana güvenmeyen, materyalist, hep kötümser, her konuyu ölüm-kalım meselesine dönüştürmeyi başaran bir bakış, felsefe öneriyor oysa Aristocu bir yaklaşımla insanın temel ihtiyaçların ötesinde yüce bir amacı var, olmalı. İşte bu basit verilerle devlet üzerine düşününce bugün Hobbesçu bir algının hâkim olduğu Türkiye devlet aklının artık kendini, daha doğrusu bizim onu dönüştürmemiz gerektiği ortada.
Korkularımızdan, endişelerimizden soyunmamız, gücün kaba kuvvetle değil sevgiyle, uzlaşıyla tesis edileninin ebediyete uzanacağını görme zamanımız geliyor. Hikâyemizi sözde, laf olsun diye, köylü kurnazlığıyla yazık ki kirlettiğimiz “kucaklaşma,” “kardeşlik” kavramları üzeine değil, eşitliği, yatay bir hiyerarşiyi muştulayan “arkadaşlık,” “uzlaşma” fikirleri üzerinde temellendirmeliyiz. Yol uzun, zorlu ve ben erken öten horozum; biliyorum. Zararı yok. Geçen yazımda da dediğim gibi, belki yüz yıl sonraya bütün bu söylediklerim.
Anadolu sadece Anadolu’dan ibaret değil; Kafkasya, Balkanlar, Suriye ve Ortadoğu, Doğu Akdeniz, Kazradeniz coğrafyası demek periferisiyle düşünülünce. Bu devasa ve muhteşem etki, kapsama alanıyla Anadolu’da yerleşmiş ve şu ya da bu şekilde tarihi süreçte “egemen” olmuş bizlere, tüm bu coğrafyaların halklarının kaderi üzerindeki sorumluluğumuz sebebiyle büyük bir ödev yüklenmiş biz üstümüze alınsak da alınmasak da. Bu ödevi dirseğimizle iteleyip tek tekçilik etmek şımarıklığımız yüzünden Suriye kanıyor yıllardır, Kırım Moskof işgalinde, Kafkasya açık bir yara, Bosna “çağdaş uygarlığın” ölüm anıtı avrupa’nın göbeğinde, Lübnan belini doğrultamıyor, Kıbrıs iki değil bin parça Kıbrıslıların ruhunda. Anadolu’da birlik coğrafyadaki “Türk” ya da “Müslüman” varlığını birleştirmekten çok ötede, bir olan ortak yaşam ve varoluş çıkarları üzerine kurgulanacak yeni bir gelecek hikâyesi söylemek. Geçmişimizle yüzleşerek, diyetlerimizi ödeyerek, herkese haklarını teslim ederek, bu hikâyedeki vazgeçilmez yerlerine davet etmek Ermeni’yi, Yunan’ı, Bulgar’ı, Romen’i, Gürcü’yü, Arnavut’u, Sırp’ı Boşnak’ı, Çerkes’i, Arap’ı, Kürt’ü, Laz’ı, Azeri’yi ve diğerlerini. Ben bu ütopyaya, bir gün bu coğrafyada derin uykudaki bu devin uyanacağına, çevresi ve hatta tüm insanlığa denge ve barış getireceğine, topla tüfekle değil ama çoklu kültürel yapısını değerlendirerek sanat eliyle karşı koyulamaz özgünlükte bir ekol ve çekim gücü yaratacağına yürekten inanıyorum.
Belki deliyim, belki divane ama Yunus’a yaslanırsam belki…
Biz kimseye kin tutmayız
Ağyar dahi dosttur bize
Kanda ıssızlık var ise
Mahalle vü şardır bize
Adımız miskindir bizim
Düşmanımız kindir bizim
Biz kimseye kin tutmayız
Kamu âlem birdir bize
E-Bülten
Bültenimize abone olun ve en yeni güncellemelerimizi doğrudan gelen kutunuza alın.
Yorum Bırakın