BE HEY ACAYİP ÂDEM / Janset Karavin

  • Paylaş:
post-title

Janset Karavin

BE HEY ACAYİP ÂDEM 

Benim bir kedim var; daha doğrusu ben bir kedinin insanıyım: Mücü, Mücella. Tanrı misafiri gelmişti kapımıza, yaralıydı, baktık, kurtardık sandık, derken daha da beter hastalandı. Aylarca başını bekledim, gittim geldim klinikte kalırken. Her imkânı değerlendirdim zorlansam da. Onca kan testi, ultrason üstüne bana, “Hocam siz felsefe mezunu olmadığınızdan emin siniz, değil mi,” dedirtmişti, “Ya yaşar ya ölür, bir şey söylemek güç,” açıklaması profesörün. Yaşadı, yaşıyor. İyi yaşasın. Ömrümden alsın da gene beni ısırsın. Demem o ki ben ona, o bana pek bağlandık; dostuz, yoldaşız artık.

Öğrenecek ne çok şeyimiz var hayvanlardan.

Bir heves Mücü’ye ne oyuncaklar aldım görseniz; tüylü, çıngıraklı zilli toplar, rengârenk farecikler, türlü çeşitli çubuklar ve daha neler neler. Gel gör ki o, benim eskimiş, yırtılıp sökülmüş bir elbisemden çıkma alelade bir ipi öyle sevdi ki geceleri yatarken yanına almaya başladı. Ne zaman otursam koltuğa, ipini getirip, yüzüme pati koyup yalayarak beni oyuna çağırıyor. Oynuyoruz. O da, ben de yorgun düşene dek ben ipi havada sallıyor, bir koltuktan aşağı, bir yukarı savuruyor sonra da fırlatıyorum, o da koşup geri getiriyor. Onca oyuncak arasında bu basit ip onun en sevdiği oyuncağı.

Lütfen dikkat, “sert iniş!”

Tuhaftır; sanayi devrimiyle beraber muhafazakârların ve “gericilerin” ileri sürdükleri “antiprodüktivizm” 20. yy boyunca iki ayrı sav ileri sürmüştü: Teknik ilerleme, insanların iş olanaklarını ve gezegeni tehdit ediyor ve teknik ilerleme tüketim toplumunu doğuracak. Tuhaftır demiş miydim? Bugün çıkıp aynı savları ileri sürsem herhalde karşı çıkacaklar da ancak kullanımına göre şekillenecek sonuçlar doğuracağı muhalefet şerhini koymakla beraber özünde bana kısmen katılmak mecburiyetini hissedeceklerdir.

Aslında bu antiprodüktivizm 20. yüzyılda doğdu dersek pek de isabetli olmaz çünkü 3. yy’da Roma İmparatoru Diocletianus, inşa ettirdiği tapınakta ihtiyaçtan çok işçi çalıştırdığını söyleyenlere şu meşhur cevabı vererek tarihe geçecekti: “Bırakın da halkımı besleyeyim!” 1831’de Lyon’da ayaklanan ipek işçilerinin Diocletianus’tan haberi var mıydı bilmem ama “Kahrolsun buharlı makineler!” diye haykırıyorlardı. Vahşi sanayileşmeye bu ilk başkaldırı 19. yy’da Fransa’da insanların doğaya ve toprağa geri dönmesi gerektiğini savunan hayalet bir düşüncenin popüler olmasına sebep olmuştur belki, kim bilir…

Derken 1930’larda ekonomik kriz çıkageldi; hem ahlaki hem de toplumsal kaygılarla aşırıya kaçtığına inanılan teknik ilerlemeye karşı çıkıyordu antiprodüktivistler gene. Makineler insanların işlerini çalıyor, gereksiz ürünler üretip tüketim arzusunu körüklüyor, onları ahlaki değerlerine yabancılaştırıyordu.

O esna Marx gibi kimi sol düşünürler sorunun makineleşme değil, üretim süreci sonucu elde edilen kârın dağılımı olduğunu iddia ettiler. Şimdi sosyalizmin hikâyesinden dem vurup, sosyalizm öldü, ölmedi kayıkçı kavgasına körükle gitmeyeceğim; bizi menzilden saptırır. Fakat Malthus ve Ehrlich’i de anmadan duramayacağım. Malthus, insanlığın hızla üremekte olduğunu ve insanları beslemeye yetecek kaynakların üretim hızının, üreme hızına yetişemeyeceğini iddia ediyordu. Malthus’un bu savından yola çıkan Ehrlich’se el büyüterek, 1968’de, o anki üretim hızının ikiye katlanması halinde bile 1985’te dünya nüfusunun ancak yarısının doyurulabileceğini iddia etti ve tarımda üretimi arttıran yöntemlerin kullanımına karşı çıktı çünkü belki verimlilik insanların açlıktan ölmesinin önüne geçiyordu ama doğaya önüne geçilmesi gün gelip mümkün olmayacak zararlar veriyordu. 1985’te insanlığın yarısı açlıktan ölmedi hamdolsun ama 2085’te Trabzonspor şampiyon olacak kehanetinin bir muhatabı bile olmayabilir.

Şu yerin dibine batasıca tüketim toplumu hakkında ne diyordu Baudrillard: “Ortaçağ toplumunun Tanrı ve Şeytan üzerinde dengelenmesine benzer bir şekilde bizim toplumumuz da tüketim ile tüketimin eleştirisi üzerine dengeleniyor.” Tüketim artık bir “durum” değil “paradigma” (örneksem) yani. Yani artık tek kurtuluş yolu var; o da tükettiğimizin ne, kim olduğunu sormak kendimize ve kendimize karşı dürüst olmayı başarmak cevap verirken.

Burada bir son vereceğim bu alıntılarla dolu kitabi, üstenci söyleme en sevmediğim tutumdur ama cin olmadan adam çarpmaya kalkıştığım iddiasıyla bir daha karşılaşmak istemediğim için cin değilsem de “cinciğim” demek için utanarak yapıyorum. Yaptım. Düşüncelerimin asıl kaynağı hislerim ve tecrübelerimdir. Bunlara bir de yüreğinden koparak tecrübelerini paylaşan insanların hikâyeleri eklenir olsa olsa. Elbet bilmek güzeldir, bilmek esastır fakat kendini bilmedikten sonra insan neyi bilse kârdadır, bilmese zarar?

Dahası bu bilmek, öğrenmek meselesini de “müfredatlar” döşenip bir çeşit koşuya, yarışa dönüştürerek iyi ettiğimizi zannettiğimiz düşünülürse hal daha da bir sarpa sarar. İnsan neyi bilmelidir? Neyi, ne kadar bilerek insan olunur? Onlarca yıl okullara gidip gelerek “meslek sahibi” olmak, insan olmak demek midir? Meslek dediğin nedir misal? Uzatmadan söyleyeyim, benim gözümde meslek sınır, dil, kültür farkı tanımaz; kişi nerede, hangi dili konuşuyor ya da konuşamıyor olursa olsun, hangi kültüre yakın ya da yabancı olduğu bir önem taşımaksızın insanlara ve dolayısıyla kendisine fayda sağlayabildiği donanımdır meslek. Marangozluk bir meslektir misal, hekimlik ya da. Elbet mühendislik, sosyal bilimler alanında birçok başka uzmanlık da çok değerlidir ancak onlar da insan olmaya yeter değildir. İnsan birçok “şeyi” yapabilecek bilgi, yeti ve donanımdaysa iyi eğitimlidir. Kendi yemeğini yapamayacak, söküğünü dikemeyecek, modern dünyadan (!) uzakta birkaç gün de olsa hayatta kalamayacak bir roket bilimci…

Müfredatın cahilleştirdiği, hatta tembelleştirdiği bizler için gene de tembellik hakkı var mıdır dersiniz? Tüketim toplumunun bir çarkı olmak için çılgınca arzularla çalışmaktan bıktığımız, sıkıldığımız bir dünyada bu mümkün değil korkarım; bize sıkılmaktan çalışmayı nasip eyle ya Rabbi! Neticede hayat ince bir tembellik ve tembelliği inceltmekse yaşamak sanatı.

İşte Mücü’nün bir kez daha ve her koltuğa oturduğumda bıkmadan, usanmadan bana verdiği ders bu; Tembelliği İnceltme 101. Neden çalışasın ki? Hadi gel, oyun oynayalım çünkü canım oynamak istiyor ve bunu yapmamızın önünde hiçbir engel yok. Yok çünkü ipimiz var, sen varsın, ben de buradayım ve sağlıklıyız. Ölene kadar oynayabiliriz!

Haksız mı? Defalarca kıl payı, yaşa hükmü bağışlanmış biri olarak biliyorum ki hiç ölmem sanır insan, oysa zamanı Tanrı yaşar. Andır bizimkisi.

Arkadaş ya da hayat arkadaşı edineceğim insandan öğreneceğim ve tabii benden öğrenebileceği çok şey olduğunu düşünmek, düşünmesini isterim çünkü yaşamak hep açık olmaktır öğrenmeye ve bahsettiğim bilgi kitabi olmak zorunda değil. Madem öyle, Mücella’dan iyi arkadaş mı olur bana…

Dar zamanları geniş yürüyoruz kibirle; yazık ediyoruz bize.

İkna edemediklerimi Pir’e, onunla da uslanmayanları Hakk’a havale eder, gözlerinizden öperim çünkü damlasınız, güzelsiniz gene de bilirim.

“Be hey acayip âdem
Öldüğünü bilemezsin
Korlar bir karanlık dama
Kapı baca bulamazsın

Yağmur yağar yeller eser

Mezarı başına yıkar

Seksen bin canavar sıkar

Hiç birine vuramazsın

 

Gel bu öğüdü al benden

Yarın fırsat gider elden

Hak saklasın cehennemden

Karanlıktır çıkamazsın

 

Yer pamuk olur atılır

Cümle deryalar katılır

Dilin damağın tutulur

Doğru cevap veremezsin

 

Pir Sultan'ım der ki deli

Elden koymaz doğru yolu

Ne yanarsın dünya malı

Birin alıp gidemezsin."

 

 

Resimler
E-Bülten

Bültenimize abone olun ve en yeni güncellemelerimizi doğrudan gelen kutunuza alın.

Yorum Bırakın