İKİ TARAFINDAN DA YARALIDIR SANAT / Hicran Aslan

Hicran Aslan

 

İKİ TARAFINDAN DA YARALIDIR SANAT

Bu yazıda seçtiğim şair ve çağdaş sanatçı arkadaşlarım; yaratılan kadın özne tipolojisi kırmak için üretimde bulunan, doğrularımızı bedene dayatmanın anlamsızlığının farkında, güzellik hiyerarşisi ve kendiliğinden politik olmanın yükünü fark ettirmek adına bir pratik sergiliyorlar. Aynı zamanda doğa, distopya, içeride olma halleri, sınır kavramının yaraları... Ben buna yolun kendisi olmak, diyorum. Üretim, düşünce, karşı çıkış yaşamlarının hepsine siniyor çünkü.

Vücudu -bedeni, cinselliği, antroposeni ve anarşivi bir toplumsal tartışmaya açma çabası gördüğüm, çalışmalarını heyecenla okuduğum; takip ettiğim ve beklediğim sanatçı- şair arkadaşlarımın aynı çerçevelerde konular etrafında irdelediklerini düşündüğüm ikil karşılaştırmalarla, yan yana aynı başlık altında nasıl duracaklarını da görmek, deneyimlemek istedim. Şiirin tıkandığı yerler var mıdır? Uluslararası platformlarda çağdaş sanat üretimlerinin daha yaygın olmasını dil sorununa dayandırabilir miyiz? Hazırcı genellemelerden kopamayan, gerçek ile hep flört etmede olan ve üretimlerini bir tür imge fanatikliğine, imge satrancına dönüştüren günümüz sanatçısının ötesinde, algı zincirlerini kırdığını düşündüğüm kişilerle merhaba.

"Kendi aklını kullanma cesareti göster." diyen Kant'tan da hareketle; kendi algısını- sezgisini kullanabilen, feminist ve queer pratiğin sanatsal ve toplumsal yapıda getirdiği değişimlerin farkında, antroposenin dünyayı bir distopyaya dönüştüren yönlerine karşı tutum geliştiren, kalıcı sürdürülebilir ve yaşanabilir bir dünya yaratma özlemi çeken kadınlara; farklı disiplinleri birarada yazı kumaşında görmeye yelteniyorum. Üretimlerindeki ortak vurgulara yakından bakmaya çalışacağım.

Neslihan Yalman- Şükran Moral Performans Sanatı- Korkunun Verimiyle Kucaklaşmak

Performans sanatı, zaman zaman yorumsal ilişkileri erotize ederek dikkat çekmekte ve göstergeleri mutasyona uğratarak bu durumu parodikleştirmekte ve çağdaş bir biçime dönüştürmektedir. Kadın ve queer söz konusu olunca işin magazinelleşmesi, kültürel takıntılar, fanteziler, queer bedenleri bir çeşit kusur- dislokasyon olarak görmek, bedenlerin maddi değer biçiminde nesneleştirilebilir olması işi içinden çıkılmaz hale dönüştürür. Bu bedenleri zorunlu bir yalnızlığa çeken bütün bir insanlık tarihi, iktidar biçimlerini irdeleyerek ve meydan okuyarak şiirle, sanatla da tasmalanan sanatçılardan olmayan Şükran Moral ve şiire performatif bir form kazandıran Neslihan Yalman sanatın güncelle ve diğer disiplinlerle içiçe olması gerektiğinin farkında.

"Tanrıyı terk edenler, ahlaklılık inancına daha sıkı sarılırlar." diyor Nietzsche. Tanrıyı terk edip her şeyi bir görünmezlik mertebesine eriştiren mutsuz insanların acımasız ahlakçılığı, her yeri ve alanı recm meydanına dönüştürdüğünün farkında. Sanatı da. Sosyal medyayı da. Moral, tüm bu performanslarını da hayat boyu “mücadele” olarak tarif ediyor. Korkusu olmayanın fikri de yoktur; mücadelesi de! dedirtiyor bana. Sanatın bir meditasyon formu olarak sunulmasının da farkında sanatçıyı bir dekoratif nesne durumunda gösteren her şeye tepkisini gösteriyor.

İdeal kavramın teorik olarak belirlenmesi insanlarda zamanla bir baskı unsuru haline geliyor. Örnek insan, örnek baba, örnek vatandaş... mükemmelliğin yarattığı gerginlik. Saygınlığını, sahip olduklarını yitirme korkusu öyle arşa çıkar ki bütün sesleri bastırır. Ne kadar uç aykırı ve kışkırtıcı da olsa ben ikisinde de kutsal kitaplardaki gibi bir korkunun verimini görüyorum.

Neslihan Yalman'ın şiirleri ve Moral'ın performanslarına dikkat kesilince sadece kendi çevresindeki baskıyı gören, kendi acısına gömülen, çitin ötesinde dünyasını bitiren kadına eleştiri ve öfke yok; aynı zamanda şikayetlenip mutsuzlanarak hayatında hiçbir şey değiştirmeye yeltenmeyen, aslında yaşadığı hayatı gizlice seven, kendi piştiği kazana kendi de odun atıp harlayanlara ve bel altı yaklaşımlara karşı duruyor. Kolay olmayanı seçiyorlar ve izleyiciyi-okuru- elinden tutup yukarılara çıkarıyorlar. Neslihan Yalman; alışıldık, kabul görmüş dize yapısından, bilindik şiirden uzaklaşmaktan korkmuyor, şiir adına yeni deneyimlere giriyor ve cesur. Merkezdeki kibrin farkında, avama öfkeli olduğu kadar bu statik kibre de öfkeli.

Elif Sofya- Cansu Sönmez- Distopya Kültür ve Doğa Arasındaki Dikotomiler ve Derinlerdeki Zonklamayı Görünür Kılmak

Nesnelerdeki her hücrenin; ayrı bir makamı, bir iç gözü olduğunu gören ve bunu görünür kılmaya, bu makamlardaki acıyı zonklamayı başka bir yazgıya dönüştürme zorunluluğumuza vurgu yapıyorlar. Büyümenin sancıları, tekrarların yılgısı, savaşların, sınırların gereksizliği. Sanatın ve insanlığın geçirdiği dramatik hatta distopik dönüşümlerin farkında ikisi de. Beşikten ölüme mezarsızlık, dünyaya yerleşmemek, konar göçerlik, bilmenin, görmenin ve gözünü kapatamamanın verdiği sertlik, donanımın verdiği mesafelilik Elif Sofya şiirinin yapıtaşları.

Doğanın ve toprağın bilmediği sınır-millet -bayrak-kadın-erkek kavramlarının kirlettiği algımızı doğayla yıkamak. Modernitenin ateşinde yanmış bir insan ilkele ne kadar yaklaşabilir? İki sanatçı da bunu deneyimliyor bence. Cansu Sönmez, sökülebilir- taşınabilir-dönüştürülebilinir olmanın sınırlarını deneyimleyerek yolun kendisi oluyor bazen. Ve katı cisimlerdeki durağan enerjinin, yanık melodinin hangi kırılmada büyük bir patlamaya dönüşeceğini bunun mümkünlüğü ve dünyayı yaşanmaz bir yer haline getiren sistemlerin eliyle duyularını yitirmiş insanlığın bir alarma ihtiyacı olduğunun farkında. İki sanatçının da üretimleri aslında bir alarm. Şiddetin görülebilir olmayan boyutunun farkında. Engeller, sakatlanmalar, protezler, kaza ve ölümcül teknolojiler karşısında duyulan cinsel büyülenmenin, deliliğin romantikleştirilmesinin kırılma anına işaret ediyorlar.

"Her yerde o kadar kendime benzerim ki, hiç kimse beni saklayamaz" diyen Erasmus için sanat delilik, bir kendine benzeme hali midir? İnsanı kendiyle baş başa kalmaya korkar hale getiren bu sistemde, yalnızlığa korkmadan, kalabalıklara meydan okuyarak dalmak zaten bir anarşist eylem değil midir?

Burada Sevgili Cansu Sönmez'in çalışmalarından referansla yazdığım, adını da Cansu Sönmez'in "bir kırmızıda başlar devrim” çalışmasından alan şiirimin bir kısmını bırakarak noktalıyorum:

 

"öküz boynuzundaki dünyayı indirecek yere

ayaklarına kavuşacak koşturacak

dokunduğumuz her şey yeşerinceye

çoğalıncaya kadar ellerimiz sayılamayacak kadar

olmazlardaki OL'un uyuyan güzelleri uyanacak

 

çünkü aşk kırmızıdır sadece insana duyulmaz!"

 

Hera Büyüktaşçıyan- Sultan Gülsün- Gözlerimize Yeni Anlamlar Hediye Etmek- Eseri Karşısında Okur Olmak

Yazılan tarih ile yaşanan tarih arasındaki o kocaman uçurumu bağırıyor ikisi de. "Post politik toplum kendi ürettiği şiddeti görünmez kılar.” diyor Zizek. Savaş barış kılığında, kıtlık insani yardım kılığında, ölüm biyopolitika ile maskelenerek dolaşımda. Sahte algılara, görmek istediklerimiz ve bize gösterilmek istenen sahnenin maskelerini aralayarak başlıyor şiirin gününe Sultan Gülsün. Aklımız ve yüreğimizin bize oynadığı oyunlar ve sistemin bizdeki cesareti, özgünlüğü törpüleyip şekillendirmek adına yürüttüğü derin politikaları sadece yerel düzeyde değil dünya ölçeğinde irdeliyor. Yeryüzünü insanlar üzerinde deneysel alana dönüştürüp, bizleri bir kobay nesnesine dönüştüren bütün hikayeye bir işaret fişeği yakarak cevap veriyor şiirinde.

Algı operasyonları, inkar ve imha politikaları karelerinden yeni bir mitolojik kahraman gibi bir hikaye oluşturuyor. Ben; Hera'yı postmodern bir noel baba'ya benzetiyorum. Görmezden gelinen bütün geçmişe bir özür gibi mekanın dilinin konuştuklarını görünür kılmaya çalışıyor. Küçük hediyeler veren bu kahraman içimize işlenmiş mitlerden, masallardan edinilmiş bir kahraman ama kusursuz değil. Hatalar yapabilen, tökezleyen, mücadele ederken neye inandığını unutuveren, ihanet- teslimiyet- özenti gibi iç konuşmalarını da gördüğümüz bir kahraman. Yerel mitlerden, tarihi ve ikonografik unsurlardan yararlanarak, “öteki” için yeni bir anlatı olanağı oluştururken boşlukları oldukça ustaca kullanıyor Hera. Adeta tarihin karadeliklerindeki ışık ve zaman farkından bir tünel oluşturuyor çalışmalarında. Ama hep iyileştirme içgüdüsüyle kadın duyarlılığı ve hassaslığıyla hareket kazandırıyor bu durağanlığa.

Yine Hera'nın çalışmalarından referansla yazdığım, ismini Hera'nın sergisinden alan "geçmiş suları iyileştirmek" isimli şiirden bir bölümle noktayı koyuyorum:

 

ucube ilan edildiği yerden

açarsın mekânın ağzını

ucu kırık kalemlere

yeni gözler hediye eder gibi

mavinin içindeki kapılara

selam verdim

eksilmeden anlatmalıyım

 

unutma

hep ayakta duran o haklılık

besleniyor yaptıklarımızla

 

Fatoş Îrwen- Fatma Savcî- Sînor Çawa Ji Herdu Aliyê Xwe ve Birîndar e

Dinya paxê bi mirovan nake, bawerî û daxwazên mirov nayên dîtin, her du hunermend jî; xwe ji dengan ava dikin. Ji Dengên bêxwedî mane. Laşê wan, lebatên wan tune ne. Tiştên ku li jiyanê diqewime û wenda dibe, an jî tê wendakirin tenê dengê wan, tepetepe wan tên guhên mirovan. Herdu jî; li dora pirsekê diçin û tên gelo binçavkirin, hepskirin tişteke çawa ye? Kî li hundir e?

Zubûn û helahelaya jiyanê û konfora jiyana rojane mirov çawa dike girtîgehekê? Li jiyanê her tişt hişekî wê heye. Tişteke bêhiş nîne wek mirovan. Berxwedan çiye? Mirov bi kijan fikrê an baweriyê li ber xwe dide? Çi, mirov li ber dijmin xurt dike? Xurtbûneke bêtirs, xurtbûneke berfireh û azad. Kî li hundir e? Derve çiye? Hilberandin çiye û çi zêde dike li berxwedanê? Huner herêma rehetiyê tunebe jî tê avakirin? Jin di nav hebûneke wisa de ne ku cî nabînin ji xwe re bigirîn jî.

Çaraliyê wan sînor e. Sînorê fikr û raman, sînorê xweşikbûnê... Sînorê beden, guneh û cinnet û dojehê. Bi nêrina min herdu hunermend jî bi rastî di nav wan sînoran da diqîrin û dizanin sînor çawa ji herdu aliye xwe ji birîndar e, çawa mirin û mayîn carinan heman tişt e, mayîn carinan ji mirinê mirîtir e.